Türk ve Töre | Ahlak mı, Mit mi?

| Derleyen Adem Hüyük

“Türk töresiz olmaz.”
Bu cümle yüzyıllardır bir kimlik tanımının özeti olarak tekrar edilir. Eski Orhun Yazıtları’ndan Ziya Gökalp’e, oradan bugünün siyasi söylemlerine kadar uzanan bir çizgide “töre”, Türk varlığının ahlaki omurgası, toplumsal düzenin de temeli sayılmıştır. Ama bugün, küreselleşmiş bir dünyada, bireyselliğin ve teknolojik hızın belirlediği çağda, hâlâ bir “töre”den söz edilebilir mi? Yoksa töre artık geçmişin sisli dağlarında yankılanan bir mit, nostaljik bir aidiyet masalı mı?

Töre: Bozkırın Ahlak Yasası

Tarihin ilk Türk devleti sayılan Göktürklerin yazıtlarında “il” (devlet) ve “töre” (düzen) kavramları yan yana geçer. Bilge Kağan, halkına “İlini, töreni kim bozabilir?” diye seslenirken aslında fiziksel bir yasadan değil, ahlaki bir ilkeler bütününden söz eder. Töre, yazılı kanunlardan önce gelen bir adalet duygusudur. Devleti güçlü, insanı erdemli kılan şeyin “töreye uymak” olduğu düşünülür. Bu anlamda Türk kimliği bir soy bağı değil, ahlaki bir aidiyet olarak şekillenir: “Türk” olan, töreye uyan insandır.

Bu anlayış, bozkırın sert doğasında ortaya çıkan bir yaşam felsefesidir. Hayatta kalmak için hem güçlü hem adil olmak gerekir. Töre, yalnızca savaşta cesareti değil, barışta merhameti, söze sadakati, haksıza karşı direnci öğretir. Bu yönüyle, Türk’ün kimliği bir davranış biçimi, bir etik duruştur.

Selçuklu’dan Osmanlı’ya: Töre ve Şeriat Arasında

Türkler İslamiyet’i benimsediğinde, töre yeni bir zemine oturdu. Artık “töre” ile “şeriat” yan yana var oluyordu: biri dünyevi adaletin, diğeri ilahi adaletin kaynağıydı. Selçuklu sultanları töreyi “örf” adıyla sürdürdü; Osmanlı padişahları ise “kanunname”lerle bu geleneği kurumsallaştırdı.

Ancak burada bir dönüşüm yaşandı: Töre artık halkın ahlaki ilkesi olmaktan çıkıp devletin meşruiyet aracına dönüştü. “Nizam-ı âlem” ideali, bir bakıma törenin yeni adıydı; ama bu kez halkı değil, imparatorluğu ayakta tutan bir düzenden söz ediliyordu. Töre böylece etik bir pusuladan, siyasal bir araç haline geldi.

Cumhuriyet’le Yeniden Doğuş: Töre’den Ahlaka

Atatürk’ün “Türk, öğün, çalış, güven” sözü, aslında modern bir töre tanımıdır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte “töre” kelimesi artık “ahlak” ve “yurttaşlık bilinci”yle eşanlamlı hale geldi. Ziya Gökalp, “Türk demek, ahlak demektir” diyerek bu geleneği çağın diliyle yeniden kurdu. Artık Türk kimliği, etnik bir kategori değil, ahlaki bir görev olarak tanımlanıyordu.

Ne var ki bu yeniden doğuş uzun sürmedi. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “töre” kavramı, özellikle “töre cinayeti” gibi terimlerle birlikte olumsuz bir anlam kazandı. Eskiden adaleti temsil eden töre, artık “geri kalmışlığın” sembolü haline geldi. Kavramın tarihsel derinliği, çağdaş şiddet pratikleriyle gölgelendi.

Töre Bugün Ne Anlama Geliyor?

Bugün bir gence “töre nedir?” diye sorsanız, çoğu ya hiç bilmez ya da “aile baskısı” gibi negatif bir çağrışım yapar. Bu sadece dilin değil, kimlik bilincinin de dönüşümünü gösterir. Modern toplum artık bireyselliğe dayanıyor; töre ise kolektif bir ahlak anlayışıdır. Eskiden “el ne der” korkusu toplumu dengede tutarken, bugün “ben ne isterim” sorusu öne çıkıyor.

Bu noktada sorulması gereken şu: Töreye bağlılık mı, yoksa bireysel özgürlük mü daha değerlidir?
Töre, düzeni sağlamak adına farklı olanı bastırabilir; ama aynı zamanda adaletin de temelini oluşturabilir. Tam da burada töre iki yüzlü bir ayna gibidir: hem erdemin kaynağı hem özgürlüğün sınırıdır.

Tarih boyunca Türk kimliği bu ikilik içinde şekillendi. Bir yanda “töreyi yıkan Türk değildir” diyen geleneğin sesi, öte yanda değişimin ve eleştirinin kaçınılmaz gereği. Belki de bugünün Türk’ü, bu iki sesi uzlaştırmak zorundadır: geçmişin ahlakını korurken, onun dogmalarına teslim olmamak.

Töre ve Kimlik Arasındaki Gerilim

Eğer töre artık toplumun ortak referansı değilse, “Türk kimliği” neye dayanır?
Dil mi, din mi, vatandaşlık mı, tarih mi?
Cumhuriyet’in “vatandaş Türk” tanımıyla etnik törecilik arasında hâlâ görünmez bir gerilim var.

Modern Türkiye’de “Türk” kavramı giderek hukuki bir kimliğe, yani vatandaşlık bağına indirgeniyor. Oysa töre, bundan çok daha fazlasını ima ederdi: adalet duygusu, toplumsal dayanışma, bireyin sorumluluğu.
Bugün toplumsal ahlakın yerini “yasalar” aldı, ama yasa töre kadar içsel değildir. Yasa korkuyla işler; töre vicdanla. Bu yüzden belki de asıl soru şudur: Biz töreyi kaybettiğimiz için mi adalete yabancılaştık?

Töreyi Savunmak Değil, Yeniden Yorumlamak

Töreye eleştirel yaklaşmak, onu reddetmek anlamına gelmez. Aksine, onu yeniden anlamlandırmanın tek yoludur. Töre, statik bir gelenek değil, değişen bir bilinçtir. Eğer adalet, dürüstlük, merhamet ve sorumluluk gibi ilkeler hâlâ geçerliyse, töre yaşamaya devam ediyor demektir – sadece başka bir biçimde.

Töreyi bugünün diliyle yeniden kurmak, geçmişi idealize etmekten daha dürüst bir tutumdur. Çünkü töre, geçmişte kaldığında nostaljidir; ama bugüne uygulandığında etik bir ilke haline gelir.
Belki de “Türk olmak” artık töreyi ezberlemek değil, adaleti kendi çağında yeniden üretmek demektir.

Töre Yıkılırsa Türk de Yıkılır mı?

Orhun Yazıtları’ndaki o ünlü cümle hâlâ yankılanıyor: “İlini, töreni kim bozabilir?”
Bugün cevabı kesin değil. Çünkü töre artık devletin değil, bireyin içinde yaşamak zorunda.
Eğer töreyi “ahlakın ve adaletin hafızası” olarak anlarsak, o hâlâ diri.
Ama töreyi “değişmez bir yasalar dizisi” olarak görürsek, çoktan yıkıldı.

Belki de Türk kimliği tam da bu ikiliğin içinde var olmaya devam ediyor:
Bir yanı tarihe, bir yanı geleceğe dönük.
Bir yanı bozkırın töresine, bir yanı modern dünyanın vicdanına bağlı.
Ve belki de Türk’ü hâlâ Türk yapan şey, bu iki taraf arasındaki dengeyi arama çabasıdır. | ©DerVirgül

Yayınlama: 25.10.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.