İnancın Diyalektiği | Bir Hayatın Bedeli
Bir ömrün heba oluşu, bazen kaybedilen yıllarla, bazen de kazanılan hiçbir şeyin yüreği doyurmamasıyla ölçülür. Benimkisi, ikisinin arasında bir yerde kaldı. İnandım, inandıkça vazgeçtim. Herkes bir şeyin peşindeydi: kimi ekmeğin, kimi huzurun, kimi de ideallerin. Ben ideallerin peşinden giderken, ekmeği de huzuru da çocuklarımı da geride bıraktım — kaybettim.
Deniz doğduğunda, o su gibi adıyla beni yeniden doğurmuş gibiydi. Oysa ben, o yeniden doğuşun hakkını veremedim. Dava hep önde, aile hep arkadaydı. Bir gün dönüp baktığımda fark ettim: “dava” dediğim şey, bitmeyen bir yolculuk değil, içimde kapanmayan bir boşlukmuş. Benim hiç ailem olmadı. Oysa biz, koca örgütlerin yürekli kurucularıydık. Kitap okumamız bile ideolojik otoritenin yön verdiği sıralamaya bağlıydı. Mecburiyet yoktu belki, ama biz kişisel tutsaklığı Marksizm’in bilmediğimiz bilimsel kuramlarını kendi koşullarımıza uyarlayıp, ideolojik kabullenme üzerinden stratejiye dönüştürerek yaşıyorduk. Buna da “devrime giden teorik yol” diyorduk.
Bugün dönüp bakınca, kime ne kazandırdığımı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: uğruna yaşadığım dava, sonunda beni benden aldı. Deniz’e bırakabildiğim tek şey bir soyadı, birkaç cümle ve vicdan azabı. Belki bir gün o da anlayacak: bazı insanlar dünyayı değiştirmeye çalışırken, kendi evlatlarının dünyasından uzaklaşır. Benim hikâyem, tam da o uzaklığın hikâyesiydi. Geride bırakacağım bir davam olduğu için mutluyum — ama geriye gerçekten ne kaldı, emin değilim.
İnsan bazen yaşarken değil, giderken anlıyor neyin gerçekten “onun” olduğunu. Mücadele ettikçe, uğruna yaşadıkça, sanki o dava seni var ediyor sanıyorsun. Oysa bir gün dönüp baktığında fark ediyorsun: seninle birlikte büyüyen şey sadece dava değil, senden kopan, senden uzaklaşan hayatın ta kendisiymiş.
“Ben bu yolu kendim seçtim.” diyordum hep. Oysa zamanla anladım ki, ben değil; öğrenci olarak geldiğim, çırak bile olmama izin vermeyen bir narsist sömürücünün sevap hanesine yazılacak bir araç olarak seçilmiştim. Kendi benliğimi yeniden kurmanın amansız mücadelesini verdim. Farklı bir evreye geçtiğimi sandım. Oysa tarihsel zorunluluğu kişisel inançla karıştırmış, Marksist gerçekliğin soğuk yüzünü devrimci romantizmin sıcaklığıyla örtmeye çalışan bir şabloncunun, adeta bir sofist çırağının ta kendisi olmuştum.
Ütopyayı gerçeğin önüne koyarken, insanın içindeki en somut hakikati — sevgiyi, yakınlığı, babalığı — kaybettim. Yeniden toparlanmam uzun zaman aldı. Artık siyasal bir kimliğe bürünmüş, örgütleyici bir özneye dönüşmüştüm. Akıcı konuşmam, düzgün Türkçem ve ideolojik sınıf partisinin bölgedeki en büyük sorunu olan etnik–partizan yoğunluğu ile Türkiye eksenli demografik göç dengesi, beni ulusal kökenim bağlamında önemli kılıyor, bana haksız bir değer katıyordu.
Ama içimde hep o soru yankılandı: “Kazandıklarım mı, yoksa kaybettiklerim mi beni ben yaptı?”
Evet, ben devrimci oldum/olmaya çalıştım ve buna yürekten inandım. Kayıplarım oldu, canım çok acıdı. Ama pişman değilim. Çünkü insan bazen kaybettiklerinden değil, uğruna inandığı şeylerden doğar. Ve hâlâ, her yenilgiden sonra ayağa kalkabiliyorsam, demek ki o inanç bende hâlâ yaşıyor.
İnsan sabit değildir; fikir değişir, inanç dönüşür — ve bu yalnızca hayatın değil, tarihin de diyalektiğidir. Madde nasıl çelişkiler içinde hareket ederse, insan da kendi çelişkilerinin içinde büyür. Her yanlış, bir sonraki doğrunun önkoşuludur. Bu yüzden ben değiştim — çünkü değişim, inancın inkârı değil, onun devamıdır. Ben inandım — hem yanıldım, hem büyüdüm. İnancımın ateşinde yandım, o küllerin içinde yeniden doğdum. Her kayıp, beni biraz daha gerçeğe yaklaştırdı; her yanlış, beni kendi doğrumla tanıştırdı.
Biliyorum artık hiçbir ideoloji bir çocuğun bakışı kadar saf, hiçbir dava bir dokunuş kadar sıcak değil. Ama yine de, bütün eksikliklerime rağmen, yüreğimin bir köşesinde hâlâ o ilk inancın kıvılcımı yanıyor. Ben o kıvılcımı taşıyorum — bir zamanlar yolumu aydınlatan, şimdi ise geçmişimin karanlığını anlamamı sağlayan ışık bu.
Evet, ben devrimciydim. Daha doğrusu olmaya çalıştım. Ve hâlâ, her yenilgiden sonra ayağa kalkabiliyorsam, demek ki o inanç bende hâlâ yaşıyor. Çünkü insan, bazen yaşadığı çağın değil, inandığı düşlerin çocuğudur. Ve ben hâlâ, o düşlerin küllerinden kendimi yeniden kuruyorum.
Bunu yaşadığım beyin kanaması gibi ölümcül, hayatta kalındığı sürece çeşitli etkiler bırakan bir hastalığın pratik sonuçlarını yaşarken dile getiriyorum. Beni katlanılmaz ağrılara karşı her gece güçlü kılanın, 17 yaşımdan beri sergilediğim ve uğruna amansız bedeller ödediğim kararlı duruşum olduğunu fark ettim.
Virgül’ün editöryel politikası üzerinden eleştiri yapan çevreler, benim bireysel ideolojik yaklaşımımın ekseninde bir haber akışı beklemektedir. Zira bu olmadığında, Marksist duruşumu kendilerince “Kemalist, Faşist, Yandaş” gibi para karşılığı kalemini yönlendiren biri olarak tanımlamaktalar. En üzücü olan ise, bunu en başta benim yetiştirdiğim ve sınıf mücadelesine katılması için çaba harcadığım, beni en çok desteklemesi gereken kişiler tarafından yapılmış olmasıdır…