Sosyal Medya Aslında Böyle Düşünülmemişti

Katılım, görünürlük ve yakınlık vaatlerinden geriye ne kaldı? Akıllı telefonlar ve dijital topluluklarla şekillenen hayatımızda, hayal kırıklığına dönüşmüş bir özlem. “Devrimler beklenildiği gibi gerçekleşmez” denir. Sosyal medya ise bu sözü boşa çıkarıyor: Milenyumun başında ilan edilen iletişim devrimi kesinlikle yaşandı. Nerede olursak olalım — süpermarket kasasında, tramvayda ya da kafede — her yerde kamburlaşmış sırtlar, gözlerini küçük bir ekrana dikmiş, parmaklarıyla yazan ve kaydıran insanlar görüyoruz. Birileriyle, bir yerlerde iletişim hâlindeler.

Yakınlık, katılım, görünürlük ve benzer düşünenlerle etkileşim: İlk sanal topluluklarla birlikte pek çok vaat sunulmuştu. Elbette bu umutlar naifti — bunu küçümseyici bir anlamda söylemiyoruz. Dünyanın bilgisi erişilebilir hâle geldi [ya da en azından daha erişilebilir], ama bu her şeyi daha iyi yapmadı. Çünkü görünüşe göre bilgiye değil; daha çok gerilime, duyguya ve eğlenceye ilgi duyuyoruz. Bunun sonuçları var. Bunu oldukça sert biçimde yaşayanlardan biri Amerikalı Kristin Cabot oldu. Bu yaz bir Coldplay konserine gitti ve orada sözde bir “kiss-cam” tarafından patronuyla samimi bir şekilde sarılmış hâlde görüntülendi. Kamera fark edilince ikilinin belirgin şekilde kaçmaya çalışması olmasa, olay muhtemelen fark edilmeden geçip gidecekti. Ancak görüntü TikTok’a düştü ve kısa sürede 100 milyon izlenmeye ulaştı. Dünya güldü. Cabot’un çocukları ise gülmedi. Kısa süre sonra nefret mesajları ve tehditler aldı, yaşadığı yerin yakınında paparazziler kamp kurdu. Kısa süre önce New York Times’a verdiği röportajda, bunun “hayatının belirleyici felaketi” olduğunu söyledi. Bu nedenle bazıları, sosyal medyanın bu şekilde gelişmemesi gerektiğini savunuyor. Örneğin ABD’li medya profesörü Ian Bogost, bunu kısa süre önce The Atlantic’te dile getirdi.

Tedbiri Öğrendik

Die Presse’den Rosa Schmidt-Vierthaler’in kaleme aldığı makaleye göre, elbette herkes bu ölçekte alay konusu olmuyor. Ama olabilir — neredeyse herkesin başına, kötü bir anda gelebilir. Sosyal ağların insanları birbirine yakınlaştıracağı vaadi, bu noktada neredeyse ironik duruyor. Artık çok iyi bildiğimiz bir kalıp var: Bir kişi mercek altına alınıyor, izleniyor, yorumlanıyor, değersizleştiriliyor. Şeffaflaşıyor — ve bu yüzden kırılganlaşıyor. İnsanların giderek daha temkinli davranması şaşırtıcı mı? Gençlerin kulüplerde daha az dans etmesi — filme alınıp herkesin telefonuna düşme korkusuyla? İnsanların, özellikle de politik konularda, söylediklerine daha fazla dikkat etmesi? İfade özgürlüğüne dair anketler [hissedilen] bir gerilemeye işaret ediyor. Bazı gösterişçiler hâlâ yüksek sesle bağırıyor, internetteki troller kışkırtmaya devam ediyor; ama pek çok kişi giderek daha temkinli konuşuyor. Sözcüklerini tartıyor, kendini ölçülü biçimde sunuyor [ki bunda başlı başına bir sorun yok].

Oysa her şey katılım ve yakınlık vaadiyle başlamıştı. Yeni yüzyılın başında üniversite okuyanlar önce belki StudiVZ’de ağ kurdu, sonra Facebook’a geçti, MySpace’te müzik paylaştı, LinkedIn’i mesleki bağlantılar için kullandı, Twitter’da canlı tartışmaları takip etti — Elon Musk platformu tahrip edene kadar — Instagram’a [2010’dan itibaren] baktı, çünkü her şey çok güzeldi, derken bir baktı ki tüm gençler TikTok’taydı [2016’dan itibaren]. YouTube’un sloganı, 2000’li yıllarda platformların nasıl düşünüldüğünü özetliyordu: “Broadcast Yourself” [Kendini Yayınla].

Katılım, İzlemeye Dönüştü

Yirmi yıl sonra “YouTuber”ın bir meslek olacağını, influencer’ların gündemi belirleyeceğini ve özellikle gençlerin onları çoğunlukla pasif biçimde takip edeceğini kim tahmin edebilirdi? 2000’lerin sosyal ağlarındaki katılım, 2020’lerin sosyal medyasında izlemeye dönüştü. Bunun en açık göstergesi, eskiden belirleyici ölçütün “arkadaş” sayısı olmasıydı. Bugün ise “takipçiler” sayılıyor. Ve bunun üzerinden kurulan iş modelleri. Sinsi bir dönüşüm. “Dijital yerliler” bunu yaşamadı; başlangıcı bilmiyorlar. İnsanların tanışırken telefon numarası değil, “Snap ya da Insta” kullanıcı adı verdiği bir dünyada yaşıyorlar. Orada, ayrıntılı biçimde planlanmış ama planlı olduğu belli olmayan bir öz sunum sürdürülüyor. Bu, çok zaman ve enerji gerektiriyor. Oysa zaman ve enerji israfı, sosyal medyanın en masum yan etkisi. Depresyondan kaygı bozukluklarına kadar uzanan güçlü bağlantılar var; uyarılar yıllardır yüksek sesle yapılıyor. Buna rağmen ebeveynler, çocuklarını gerçek hayatta aşırı korurken, sanal dünyada çoğu zaman yalnız bırakıyor.

Paylaşılan hayat, dijital topluluk… Böyle düşünülmemişti. Elbette hâlâ pek çok avantaj var. Ama akıllı telefon kullanımı bizden sürekli ulaşılabilir olmayı talep ediyor. Pek çok insanı daha uykusundan uyandırıyor: İddiaya göre insanların dörtte üçü telefonu alarm olarak kullanıyor. Okul çağındaki çocuklar için hasta bildirimi yapmaktan, çamaşır makinesini çalıştırmaya, fatura kontrolüne kadar neredeyse her şey uygulamalar üzerinden yürüdüğü için, mobil komuta merkezini kullanmaktan kaçınmak da zor. Artık telefonu cebimize koymamak bile normal karşılanıyor.

Yan yana oturabiliyoruz ama yine de farklı dünyalarda bulunabiliyoruz. Uzakta olanların ne yaptığını biliyoruz; ama yanımızda olanların neyle meşgul olduğunu bilmiyoruz. Akıllı telefon, bize yakınlık ile mesafeyi bir arada sunan paradoksal bir bağ kuruyor.

Haber Beni Bulur

Sadece insan ilişkileri değil, bilgiyle kurduğumuz ilişki de zarar görüyor. Nüfusun üçte birinden fazlası, “önemli haberlere” ulaşmak için özellikle bilgi edinmeye gerek olmadığını düşünüyor. 2000’li yıllardaki medya bedavacılığı, yeni medyada ve birçok ücretsiz gazetenin kurulmasında da kendini gösterdi. Umut edilir ki tüm bu gelişmeler bize bir şeyi yeniden hatırlatır: Gerçek, insani temasın değerini. Ve sahici yakınlığı…| ©DerVirgül

Yayınlama: 27.12.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.