Bunca acı çektim, demek ki önemliyim… Aslında hiç önemli değiller
| Adem Hüyük
Bunca acı çektim, demek ki önemliyim, bir anlamım var… Ama aslında hiç önemli değiller.
İnsanlar acılarından prim kazanırken ben onlardan kaçıyorum. Her çığlık, her yara, bir prestij sembolüne dönüştürülüyor; oysa benim yolum sessiz, uzak ve kaçışla örülü.
Yaradılış acısından baktığımda, belki de Tanrı bizi acı çekmek için yaratmış. Ama ben bu yükten bir pay istemiyorum. Acının bana verecek saygı veya değeri istemiyorum; sadece varlığımın gerçekliğiyle yüzleşmek istiyorum.
Toplumsal Acı ve Prestij
Modern toplumda acı, bir tür görünürlük ve sermaye hâline gelmiş durumda. Her yara bir hikaye anlatıyor, her yara bir kimliği perçinliyor. Sosyal medyanın parlak ekranlarında, edebiyatın şiirli cümlelerinde, acı bir süs eşyasına dönüşüyor.
Ama gerçek acı, bu parıltılı yansımaların ardında duruyor; kelimelerle ölçülemez, sosyal onayla değerlendirilmez. Acı, gösteriş için sunulduğunda ruhunu kaybeder, yalnızca bir simgeye dönüşür.
Bireysel Perspektif: Acıdan Kaçış
Ben, tam tersine, acıdan uzak duruyorum. Onu bir yol, bir kimlik ya da güç göstergesi olarak görmek istemiyorum. Acı bana bir değer kazandırmıyor; sadece varlığımı ağırlaştırıyor, içimi daraltıyor.
Bedenim ve ruhum sınırlarına dayandığında, bu deneyim yalnızca benim oluyor. Kaçmak bazen varolmanın tek yolu; sessiz bir direnç, görünmeyen bir zafer gibi, kimsenin fark etmediği bir mücadeledir.
Marksist Perspektif: Sistem ve Adaletsizlik
Marksist bakış açısına göre acı, sadece bireysel bir deneyim değil; sistemin yarattığı adaletsizlik ve eşitsizliğin bir kanıtıdır. Acıyı prestij veya güç aracı hâline getirenler, aslında sistemin yapay değerleriyle oynuyor; gerçek acı, toplumsal bağlamdan koparıldığında anlaşılmaz ve anlamsız hâle gelir. Ben bu teoriyi yıllarca savundum. Doğru acılarımın toplumsal bağları vardı.
“Sınıf mücadelesine olan inancım, bütün acıları göğüsleyebileceğimi düşündürüyordu. Peki, inançlarımdan kaynaklanan acılarım, yanı başımdaki yoldaşımda neden yankı bulmuyordu? Ben acıyı prestij veya güç aracı hâline getirmezken, acılarımla acı çekmeyen yoldaşımı acılarımın neresine koymalıydım?”
Felsefi ve Psikolojik Katmanlar
Nietzsche, acıyı yaşamın kaçınılmaz bir parçası olarak görür ve onu kendini aşmanın bir yolu olarak önerir. Benim bakışım farklı: “acıyı dönüştürmek ya da güç devşirmek istemiyorum; onun ağırlığını hissetmek ve ondan uzak durmak istiyorum” demekte…
Freud, “acıyı, bastırılmış duyguların ve toplumsal normların bir sonucu olarak yorumlamıştır. Acıyı anlamak, yalnızca kişisel olgunlaşma ve içsel farkındalık için önem taşır; oysa prestij veya gösteriş aracı hâline getirilmesi, deneyimin özünü yitirmesine yol açar. Kendi deneyimim, acının ancak yaşanmış bir gerçeklik olarak, olduğu gibi kabul edildiğinde anlam kazanabileceğini göstermektedir” der…
Sokrates, “acıyı ahlaki ve entelektüel bir araç olarak görür; erdemli yaşam, acılardan kaçınmakla değil, onları bilgelik yolunda bir fırsat olarak değerlendirmekle mümkündür” der…
Platon ise acıyı ruhsal gelişim bağlamında değerlendirir; “geçici ve bedensel olan acı, bireyin erdem ve bilgelik yolunda deneyim kazanmasına katkı sağlar. Benim perspektifim, acıyı yaşamak ama onu gösterişe çevirmemek üzerine kuruludur.”
Acıyı bir araç olarak kullananlar, eğer onun gerçek yükünü yaşasaydı, buna razı gelirler miydi?
Acının sessizliği, anlatılamayan derinliği ve kişisel yıkıcılığı, kimseye ödünç verilemez.
Bireysel, toplumsal ve felsefi katmanlar bir araya geldiğinde fark ediyoruz: acı, ne güç devşirme ne prestij ne de basit bir ders aracı olabilir.
Bazıları acıyla övünür, bazıları ondan kaçar — ama hiçbirimiz, acının tüm gerçekliğine tamamen hâkim olamayız.
“Acı, yaşanır, taşınır ve sessizliğiyle yaşamın en çarpıcı gerçeğini fısıldar; onu ne gösterebiliriz ne de tamamen anlayabiliriz.” | ©DerVirgül
