“Komünistin Kapital Sınavı, Gurbetçinin İmtihanı

| Okuyucu Mektubu
Almanya’da Türk restoranlarına, Avusturya’nın para birimi Schilling’i alıyor musunuz diye sorduğumuz yıllardı… Köln’de Schilling kabul eden bir Türk restoranı bulamayınca önce yemeği yedik, sonra sadece Schilling ile ödeme yapabileceğimizi söyledik. Sonuçta mecburen kabul ettiler. O zamanlar bir Almanya Markı, yedi Avusturya Schilling’i ediyordu. Euro henüz yoktu…
19 yaşındaydım. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında Türkiye’den kaçmak zorunda kalmış, devlet tarafından hiç sevilmeyen kişilerle tanışmıştım. Birçoğu işkence görmüş, aileleri Türkiye’de kalmıştı. Yıllar geçse de siyasi görüşleri nedeniyle sürgünde olan insanlardı. Almanya’da boş durmamış, benzer siyasal yapılarla birlikte çalışmış, göçün ideolojik damarını güçlendirmişlerdi.
Bir devrimcinin bana anlattığı anı ise zihnime kazındı:
“Türkiye’den yeni gelmiş, daha önce Almanya’ya işçi olarak gelmiş yurttaşlarımız arasında örgütlenme başlatmıştık. Alman yasalarından korunmak ve yararlanmak için bilgiye ihtiyacımız vardı. Alman komünistlerle görüştük. Çalışmamız onların dikkatini çekmişti. Bir gün üst düzey yetkililerle toplantıya katıldık. Masaya Karl Marx’ın Das Kapital kitabının Almancasını koydular ve ‘Önce bunu okuyun, sonra toplantı yaparız’ dediler. Bu tavrı garipsedim. ‘Kapital’i defalarca okumayı biz zaten savunuyoruz’ dedim. Ardından ekledim: ‘Toplantıyı Fransızca mı, İngilizce mi yoksa Almanca mı yapalım?’”
Bu anı, tek başına çok şey anlatıyordu. Alman komünistler, az gelişmiş bir ülkenin komünistlerine yukarıdan bakmayı alışkanlık haline getirmişti. Karl Marx’la aynı pasaportu taşımanın özgüveniyle Kapital’i bir teorik referans olmaktan çıkarıp entelektüel kibirlerinin sopası hâline getirmişlerdi. Oysa bu tavır, Marx’ın diyalektik materyalizmine değil, dar milliyetçi yorumlara hizmet ediyordu.
Onların küçümsediği “az gelişmiş” ülke komünisti, Kapital’i Fransızca ve İngilizce tartışabilecek, kavramların tarihsel bağlamını çözebilecek düzeydeydi. Hatta Sokrates’in sorgulayıcı diyalektiğini, Platon’un berrak üslubundan daha içe dönük ve öz-eleştirel bir biçimde uyguluyordu. İşte Alman komünistlerin tahammül edemediği şey buydu: Bilginin milliyetinin olmayışı ve diyalektiğin kitap kapağındaki ülke adıyla sınırlanamayacağı gerçeği.
Ulus ve din gibi alt kimliklerden sıyrılması gereken Marksistler bile, bulundukları devletin emperyalist siyaseti ve kültürel üstünlük hissinden etkilenebiliyordu. Bunu bizzat Avusturya’da yaşayan Marksist Türkiyeliler ile Türkiye’de yaşayan Marksistler arasındaki farkta gördüm. Coğrafi farklılıklar ve her ülkenin sosyo-ekonomik yapısı nedeniyle siyasal yöntemler birebir uygulanamaz; ancak ideolojik birlik kaçınılmazdır.
Az gelişmişliğin yarattığı zayıflık, hangi ideolojik örgütlenme olursa olsun, gelişmiş ülkenin aynı ideolojiye sahip mücadelecileri tarafından bile küçük burjuva egosu ve üstünlük kompleksiyle karşılanabiliyor.
Türkiye’deyken, CHP’li bir ilçe başkanı ile aynı masaya oturduğumda bu hissi yeniden yaşadım. Masadakilerin geçmişi Mahir Çayan çizgisinden gelip, bugün Doğu Perinçek’in ulusalcı hattına savrulmuş, parti içi entrikalarda yıpranmış insanlardı. “Yurt dışında yaşayıp Türkiye siyasetine karışmanız çok saçma. Sizi ne ilgilendiriyor?” dediler. Oysa Türkiye’nin siyasi tarihini bir tarihçi kadar bilmesem de, fikirlerimi defalarca kanıtlamışlığım vardı.
Türkiye’de halkın gurbetçileri küçümsemesi, onlara “yabancılaşmış”, “kültüründen kopmuş” damgası vurması, aslında gurbetçilerin sınıfsal statülerinin yükseldiği inancından beslenir. Gurbetçiler de bu suçlamaları içselleştirir ve çoğu zaman tek karşılığı verir: Ekonomik güç gösterisi.
Bu durum, sanayi devriminin ilk yıllarındaki makine kırıcı işçileri hatırlatır. O gün işçiler, ekmeklerini ellerinden aldığı için makineleri kırıyordu. Bugün ise, ekonomik güç bir kesimde tehdit algısı yaratıyor; makineler yerine insanlar hedef alınıyor. Bu da modern çağın daha incelmiş ama daha sinsi bir kırma yöntemidir.
Makineler kırıldığında sanayi geriler, insanlar kırıldığında ise toplum çöker.| ©DerVirgül