GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kâğıt Parçası

‘Olanca gücüyle yüklendi. Tüm ağırlığını vererek omzundan bastırıp çökertti yere. Daha açılan açıldıkça irileşen, irileştikçe kanlanan gözleri, kızaran yüzüyle tanımadığı biriydi.’

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kâğıt Parçası

Koltuğa bıraktı kendini. Kocasındaydı aklı. 

Nesi vardı! Neydi son zamanlardaki huzursuz, gergin halleri… “Ne o, kum denizinin dibini mi boyladı gemiler? Ağzını bıçak açmıyor.” diye takılan komşuya ne ters bakmıştı öyle. Söylediğine pişman etti adamı. … Gece gece…

Kapıları iyice sıkılamazsa olmaz. Sanki kanlıları varmış da girip yataklarında boğazlarından keseceklermiş telaşında. Nasıl girilecekse kale güvenliğinde binaya?

Gelse de sorsam. Konuşursa açılır, atar üzerindeki huzursuzluğu. Belki işyerinden, belki ağabeylerinden bir sıkıntı olmuştur. Zaten az konuşur az gülerken hepten sır küpü oldu mübarek… O akşamdan beri. 

Aklından bunları geçirirken, çoraplarını çıkarmaktaydı. Bu kadar dalgınken koşarak üzerine gelen kocasını algılayamamıştı. Neydi bu böyle birdenbire! Vücuduna inen darbelerden can havliyle sıyrılıp bağırdı:

“Ne oluyorsun!”

Elindekiyle rast gele vuran! Kocası değildi sanki!

“Be adam, ne oldu, ne! Neden!”

Aldığı darbelerden, vücudunu saran sıcaklıktan şaşkındı. İlk şoku üzerinden atınca dimdik dikeldi ve hiddetle; “Aklını mı yitirdin? Ne oldu çıldırdın böyle?” diyerek, bütün gücünü kullanarak iteledi. O an göz göze geldiklerinde büyük bir felaketle karşı karşıya olduğunu gördü. Deliye dönen kocasını durdurmanın yollarını arıyor, ellerini amansız saldırılara siper ederek köşe bucak kaçarken, ne yapabilirim diye de aklını zorluyordu bir yandan. Savunma ve kaçışlarla olmayacaktı. Müthiş bir çaresizlik duyuyordu, nasıl bir şeydi başına gelen! Ancak bu böyle olmazdı, olamazdı. Gözünü karartarak, vurmaya havalanan kolu bileğiyle dirseği arasından tutarak bağırdı:

“Ne yaptım! Ne yaptım! Ne yaptım?”

Bu karşı duruşa çığırından çıkan koca, adeta güç denemesi yaparcasına, gözü dönmüş bir biçimde ite kaka sıkıştırdığı köşede; vuruyor vuruyor, burnundan soluyor, böğürerek soruyordu:

“Kimdi o adam? Kimdi o adam diyorum sana?”

“Kim kimdi be adam, kim kimdi?”

Üzerine inen darbelere karşı kollarını siper ederken gece boyunca konuştuğu, karşılaştığı tüm misafirleri geçiriyordu zihninden. 

“Konuş diyorum! Söyleyeceksin! Sana çok dikkatli bakan o kel kafalı kim?”

Kurtulmuştu elinden. Canının yandığını duymuyor, uğradığının anlamsızlığına boşanan gözyaşları arasında bir kelin yüzünü arıyordu. İnanılmaz öfkelenmiş olmasına karşın burnunun ucunu, dudaklarını saran sızlamaya yenik düşmesine ramak kalmıştı. Ağladı ağlayacak. Kendini zorlayarak sesini titretmeden konuştu:

“Nereden bileyim düğün ortamında kim kimdir! Dünya insan vardı! Görmedin mi halimizi?” 

Daha fazlasını söylemek için çenesini oynatıyor, bu saçma sapan, haksız saldırıya karşı daha başka ne denilebilir, nasıl sorular sorulur, ne tür savunmalar yapılır çıkaramıyordu.

Gece, misafirler, müziğin tatsız, yorucu gürültüsü… Oynayanların uyumsuz salınışları… Tüm bunların üzerine yaşadığı hakaret… Aklı almıyordu olanları.

Saçları dağılmış, benzi limona çalmış bir şekilde sendeleyerek, bükülen dizinin üzerine düşmesi, üçüncü saldırıya hazırlanan kocanın, vurmaya kalkan kolunu havada bıraktı. Kurgusu boşalmış mekanik canavar gibi de durdu olduğu yerde. Bir dakika kadar uzun bir süre katıldı kaldı. Elindekini fırlatıp yaka paça bir yerde, damarlarında dolaşan kan başına, göğsüne, yüzüne, kollarına toplanmış durumda terk etti salonu.

Bedenini saran sıcaklık, yerini gittikçe artan, zonklayan ağrılara bırakmıştı. İri kemikli, geniş kalçalı yapısında göze batmayan kilosuyla kaldığı yerde bir yığındı. Duvardan duvara halıyla bütünleşmiş ağlıyordu.

Ne kadar kalmıştı o halde. Saatten habersizdi. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Elini kolunu kaldıracak hali olmadığından sürünürcesine gitti banyoya. Neresine değse duramıyordu acısından. Yıkanmaktan çok işkence olan duştan çıktığında göremediği yerlere baktı aynadan. Her yeri, siyaha çalan göz göz morluklar içindeydi. Bornozun yaratacağı ağırlığa, vereceği acıya katlanamayacaktı hırpalanmış bedeni. Kâğıt havlu ile olabildiğince yumuşak dokunuşlarla kurulanırken yenilgin bir söyleşi başlamıştı içinde.

Kim olduğunu bilmediği bir adamın, haberdar olmadığı bakışları yüzünden neyle itham edilmişti böyle. Bir adam varmış, bana bakmış, nasıl bakmışsa. Gerçekten böyle biri var mıydı düğünde? Neden, ne diye bakmıştı o Allahın cezası kel! Kimselerin gözünün içine bakarak konuşamayan kocasını canavarlaştıran o baş belası… Bu ağzı var dili yok adamı, çığırından çıkaran kim?

İçi içini yiyor, aklını yitirdiği duygusuna kapılıyordu. Neredeydi durgun, derin adam. Derin, fazla derin, gereğinden fazla derin. Buymuş demek o derinliğin nedeni. Duran atın tekmesi… Nasıl çıkmıştı insanlığından böyle! Gözleri! Kızaran boynu! Boyun damarları! İnsanın alnında öyle geniş damar olur muymuş? Ya kolları ne uzun, ne acı kuvvetli! 

Uğradığına yetmiyordu nefesi. Görmek istemiyordu bir daha, yüzünü, tenini, boynunu, bağrını, kollarını… Görmek istemiyordu yuvalarından uğramış kan çanağı pörtlek gözlerini… Nerden çıkmıştı, ne demeye yapılmıştı bu düğün. Kaynının kızı olmasa bir köşede oturur, belki gitmezlerdi… Lanet olası uğursuzun bakışları üzerinde gezinmez, kocası görmez, kör olası gece yaşanmazdı. Nasıl düzelecekti, nasıl iyileşecekti… Morluklar, kızarıklıklar geçerdi de yüreğinin kırgınlığı, ruhunda açılan yara…

Şiddetli bir sarsıntı vardı içinde ve dipsiz bir kuyuya akıyordu tanıştıkları günden bu olmayası geceye yaşadıkları… Sorular, kızgınlıklar, kırgınlıklarla bir olup bedenindeki çürüklere dönüşüp doluyordu karanlık çukura… Ve kabaran öfkeyle içsesi avaz avaz:

Sessizliğinde biriktirdiği aşırı, hastalıklı bir kıskançlık mıymış? Bakmışsa bakmış, haberim mi var. Ben bakıyor muyum? Gözlerin kör mü oldu? O pörtlek kara gözlerinin önüne kara duvarlar mı çekildi! Aklını aldı başından. Hepiniz aynı değil misiniz? Kadınların ruhu duymaz, gözleri görmezken doyumsuzluğunuzun balçık yuvası gözlerinizdeki pis emellerinizle, hanginizin farkı var diğerinizden… Hanginizin yapmadığı… Madem gördün, madem rahatsız oldun, ne diye adamın karşısına geçmedin. Ona açsaydın ya o koca kara gözlerini. İnsanın yüreğini yerinden çıkaran pörtlek bakışlarını dikseydin ya ona. Anlardı yanlışını. Anlamadı mı, uyarsaydın. Ne bakıyorsun helalime deseydin, engel olsaydın… Orda sabret, bakmasını seyret… Suçsuz günahsız beni canımdan et… Ne şimdi bu, erkeklik mi? 

Havlu dolabını açtı. Temizlik yaparken giydiklerinden aldı, bozmadan, kırıştırmadan kalanları. 

Yiyip bitiriyordu kendini. Saati geldiğinde yüzüne haykırarak söyleyecekti içinden geçenleri. Gününü gösterecekti ona. Bakalım ne cevap verecek, kendini nasıl savunacaktı?

Yaptığının büyük haksızlık olduğunu bile bile. Ne diyebilirdi, hiç… Belki utancından ağlardı, belki karşısında duramaz, kaçacak yer aranırdı… Giderek aile meselesi haline gelen çocuk konusunun açıldığı güne götürdü nedense bu kaçacak yer sözünün aklından geçişi… Bizim de bir bebeğimiz olsa, demişti, küçük kaynından döndüklerinde.

Çocuksuzluklarından büyük bir eksiklik duymuş, evlerindeki sessizliğin sonu gelir diye düşünmüştü eltisinin evinde cıvıl cıvıl çocuk seslerini dinlerken. Haftalar, aylar derken bir yandan ağabeyler bir yandan eltiler, zaten geç yaşta evlendiklerini, daha fazla geciktirmeden çocuk edinmenin gerekliliğini gündemden düşürmemiş, kadın doğum doktorlarının kartları elden ele dolaşır olmuştu. 

İçine sığmayan sıkıntı büyüdü büyüdü göğsünde sıkışıp bir yumru halinde kaldı ağırlığınca. Nefes alamıyordu. Boğazına gitti eli. Bağrına indi. Derin solumalar aradı ciğerleri.

Beyni zonkluyordu. Kendini dışarı atsa atamaz, balkona çıksa çıkamaz…

Salonun neredeyse duvardan duvara penceresinin önündeydi. Minik çiçekler serpiştirilmiş tül perdenin ardındaki sokağa baktı görmeden. Doktor, eşinin de muayeneye gelmesi gerektiğini söylemiş, ilaçlar yazmış çocuk edinmesi için hiçbir engelinin olmadığını, hangi tarihlerde gebe kalacağını anlatmıştı. Bayram vardı içinde, kapı gıcırtısına oynayarak dolaşıyordu evinin işlerini görürken. Sen de git görün, dediğinde azarlayan; “İlaçlarını iç bitir bakarız…” sözleri bile gölgeleyememişti sevincini. 

Gözüne görünmeden çekip gitsindi. Belki akşama kadar yüreğini soğutacak bir şeyler bulur, ona hak verecek nedenler yaratabilirdi kendince. Değilse içine düştüğü durumdan kolay kolay kurtulamayacak, uğradığı haksızlığın yükünü atamayacaktı üzerinden. Birden acılı, ağrılı bir gerilmeyle sertleşti yüz hatları, çatıldı kaşları: Neden atsındı, ne demeye soğusundu yüreği, ne diye hak versindi… Kendimin olsa sevmelere doyamam diyerek kucakladığı komşu bebeği kucağındayken, yıkarcasına çarpıp giden değil miydi birkaç akşam öncesi? Onun öyle geçmesinden duyduğu utançla kızarıp bozarmış, çocuğu annesinin kollarına tutuşturup içeri koşmuştu arkasından. Sofranın hazır olmadığı günlerdeki gibi ekmeğin ucunu koparmamış, arkasından dolaşmamış, hadi bayılacağım açlıktan, dememişti o gün. Yemeğin ortasında daha öncesinde hiç göstermediği bir bakışla bakmış, tabağındakini bitirmeden âdeti olmadığı halde kahvehanenin yolunu tutmuştu… Evlendikleri günden ilk şaşkınlığıydı o akşam. Çarparak geçişi, komşuya bakışı, geceki canavarlığı… Göstermediği kaç yüzü vardı daha? Düğündeki kel bahanesi miydi yoksa? Tüm geceyi anbean tarıyordu zihni. Var mıydı öyle biri! Sorulara karıştı hayli zaman öncesinde eltisinden dinledikleri;

“Soramamıştım korkumdan. Bana döner içinde kalan hırsla, diyerekten. Öyle bir bastırıp itmişti ki göğsümden kaynın olacak. Kapıya dayayışından içime geçtiğini sandığım demirlerin verdiği acı durur hâlâ kulunçlarımda…”

Yıllanmış olay sırasında yaşadığı korkunun hiç eksilmeyen etkisiyle anlatmıştı:

“Akşam saatleriydi. Evin bunaltıcı sıcağından kaçmış, karşı komşuyla ayaküstü laflıyorduk esintili yol ortasında. Benimki bir hışımla geliyordu ki yokuş aşağı! Amman! Amman! Aklın durur! Böyle fırtına olup iniş aşağı eserken, o dev cüssesini nasıl taşıyor bacakları, derdin, eğer görseydin… Tepelenir, ayaklarının altında ezilirim korkusuna evden yana kaçmıştım. Hedefinde ben varım zannetmiştim, ne bilirim… Seninki garibim… Ağabeyinin hışmını yansılayarak, tabiatına aykırı gelişinden düştüğü halden bir haber, peşi sıra… Boyun damarları aha şöyle parmağım kalınlığına şişmişti herifin. Seninki şaşkın ördek yavrusu gibi bir o yana bir bu yana paytak paytak… Ortancaları, Almanya’daydı o vakitler. Önüne geçmek istedim olacakları anladığımda. Beni kapıya yapıştırıp sorgusuz sualsiz giriştiğinde annen o senin, delirdin mi diyerek çekiştirince, tuttuğu gibi kolumdan dışına attığı kapıyı kilitlediydi içerden. Seninkinin cılızca; ‘Karışma sen yenge’ deyişi görülesiydi. Sokaktaki çocuklar, meraklı mahalleli sökün etmişler arkalarından, bunların gelişiyle kopan kıyamete seyirci… Aklım içerde olup bitende, gelenlere çıkışıyorum: Dağılınsanıza be! Sinemamı oynanıyor! Hem ne seyirlik halimize… ‘Doğru mu, doğru mu duyduklarımız, doğru mu’ sorgularıyla çığlıklara boğdulardı analarını. 

“Geldikleri hışımla gittilerdi kapıyı ardına kadar açık bırakarak. Sanki görsündü herkes ne hale getirdiklerini… Göz göz patlıcan moruna kesmişti her yeri. Dudağı patlamış, gözleri kan çanağı, çevresi mosmor, şiş… ‘Kim demiş, kim demiş’ dedi de yerden yere çaldıydı kendini. Gece yarısı kaynın olacak gözdağı verircesine tutturduydu düğümlü halatı elime, ‘İyi sakla bunu!’ diyerek. Sonradan öğrendimdi büyük ezelerinden…* Cenazesinde, zavallı kaynananın…” 

Tam bu sözlerinin üzerine kocaları gelmiş konu bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Ne anlatmıştı ezeleri… Neden bir daha söz açılmamıştı? Neydi bu ailenin gizi…

Annelerini canına kıydıran… Eltisi nereye koymuştu düğümlü halatı da kapıları sıkılamaya oyalandığını sandığı kocası, eliyle koymuşçasına bulup…Pencereden çektiği gözleri, balkon kapısına doğru kaydı. Kapı ağzında, üç çemberli, her çemberde beş altı düğüm bulunan, boğumlarla sıkılanmış sapındaki fazlalık ipleri püskülleşmiş halatın, suçlu, mahcup dağınıklığına takılmasıyla hıçkırıklara boğuldu. Yüzünü gözlerini sildi. Islak saçlarını topladı kollarından belinden böğründen gelen ağrılara dişlerini sıkarak. Soracaktı hesabını, anneleri sormadan gitmiş ya o sorup gereğini yapacaktı…

Aklından son geçirdiklerini hayata geçirme kararlılığında, canının acısına yüzünü buruşturarak şöyle bir geriye baktı. Gece boyunca yığılıp kaldığı yere… Masanın ayağına yakın yerde bir kâğıt duruyordu. Birkaç adım attı, her yanları ağrıyor, sızlıyor, yanıyordu. Sağ gözü kapanmıştı şişten. Elini uzatıp çekti. Birkaç saniye bekledi ve çekinerek aldı olduğu yerden. Kitap harfleriyle yazılar, rakamlar gördü içinde. Katlayıp masanın üzerine bırakacağı sırada hışımla üzerine doğru koşarak, kâğıdı yırtarcasına elinden çekip alışına irkildi. Göz göze gelince, ellerinin arasına aldı başını. Olduğu yerde kaldı iki büklüm. Hiddetinden titrediğini pantolon paçalarından görebiliyordu. Kâğıda mı bakıyordu kendine mi bilemeden yüzünü kaldıramıyordu yerden. Birden haksız yere yediği dayak anları canlandı. Kalktı sindiği yerden. Dikildi karşısına. Bak!” dedi, dişlerinin arasından: “ Bak eserine! Ne hale getirdin beni hiç uğruna! Neden, ne oluyor, ne bu hallerin!”

Adam ağzını kapatıp susturdu iri nasırlı eliyle. Olanca gücüyle yüklendi. Tüm ağırlığını vererek omzundan bastırıp çökertti yere. Daha açılan açıldıkça irileşen, irileştikçe kanlanan gözleri, kızaran yüzüyle tanımadığı biriydi. Bir dizi yerde, hırıltılarla konuştu:

“Neden açtın kâğıdı! Neden açtın! Neden baktın?” 

“Ne varmış açmışım, ne olmuş bakmışım!”

“Açmayacaktın! Bakmayacaktın!”

Ağzından köpükler saçıyor, aralıksız aynı şeyleri sıralıyordu boğuntulu:

“Açtın! Baktın! Gördün! Allah kahretsin!”

“Ne çıkar görsem? Baksam ne olur? Okumam var sanki… Altı üstü bir kâğıt parçası…” 

Başına, göğsüne vuruyor, halıyı, dizlerini yumrukluyor, kaba sesler çıkararak yaralı bir hayvan gibi paralıyordu kendini:

“Kâğıt parçası değil! O bir kâğıt parçası değil! Kâğıt parçası değil!”

Yayınlama: 28.01.2019
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.