Dizilerden neden etkileniyoruz? | Biz mi dizilere, diziler mi bize konu oluyor?

Dizilerden neden etkileniyoruz? | Biz mi dizilere, diziler mi bize konu oluyor?

| Adem Hüyük

Dünyada en çok televizyon izleyen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Bu durum yurt dışında yaşayan Türkiye kökenliler acısında da değişmiyor.

Görsel iletişim araçlarına rağbet, kolaycı ve okuma alışkanlığı olmayan toplumlarda sıkça görülen bir gelişmedir. Film, dizi, belgesel ve haber almak, televizyon veya internet videoları üzerinden takip etmek ve izlemek kolaycılığı, sorgulama kabiliyetini körelten, araştırıcı ve de hayal kuran yetiyi bitirmek gibi olumsuz etkiler bırakmakta insanlar üzerinde.

Bir romanın, senaristler tarafından kurgulanarak beyaz perdede film olarak gösterilmesi, ilk bakışta çok masum sanatsal bir gelişme olarak görülse de bu durum, okuyucu ile izleyici arasında kültürel bir uçurum açmaktadır. Çünkü izleyicinin filme çevrilmiş romana dair hayallerini filmin yönetmeni belirlerken, roman okuyucusunun romana dair biçimlendirmesi, tamamen kendi hayal dünyasının iradesi içerisinde gelişmektedir. Bu gelişme insan beyninde ve bilinç altında daha kapsamlı bakış acısı doğurduğu gibi, romanı yazan yazar gibi romandaki gelişmelere yön verme yetisini geliştirmektedir.

Türkçe konuşan birçok ergene, geceleri yatarken “devlet bağlantılı mafya lideri” hayali kurduran “Kurtlar Vadisi” dizisi ve filmleri, şayet birer roman olarak piyasaya sürülmüş olsaydı. Okuyucu her iki saniyede insan öldürülmesini çok saçma bulur ve romanı okumayı bırakabilirdi. Ancak bu film veya dizi olarak sunulması, ardadan verilen fon müziğiyle ajitasyon görevi görerek, insanları gerekliğe daha yakın hissetmelerini sağlıyor. Ve her iki saniyede bir insanın öldürülmesi kanıksanır bir hal alıyor.

Özellikle dönem dizilerinden çok etkilenen insanlar, değer yargılarını yitirecek kadar, özünde bir kurgu olan bu sahnelerden etkileniyor. Gelişen dünya karşısında yetersiz kalan iktidarlar, geçmiş dönemlerde yaşanan başarıları abartarak halka sunuyor, geçmiş zamandan günümüze uzanan çöküşün sorumlusunu, ustaca bir senaryo ile farklı nedenlere bağlayarak kendisini aklıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. Padişahı II. Abdülhamid döneminin dizi olarak sunulması ve objektif tarih bilgilerinin kullanılmadığı tamamen kurgudan ibaret sahneler, günümüze kadar uzanan siyasi sonuçları olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Kültür alanında güçlü bir dejenerasyon uygulaması olan bu taktik, diğer taraftan monarşi karşıtları tarafından siyasi veya ideolojik çıkarlar doğrultusunda yine olduğundan farklı lanse edilmektedir.

Dönem dizlerinde tarafların ideolojik çıkarları doğrultusunda halkı kültürel farklılaşmaya iterken, diğer taraftan bireysel ilişkiler ağı üzerinden kültürel yozlaşmayı tetikleyen diziler sunulmakta. Gelişmeler karşısında yetersiz kalan kanun koyucular, toplumu olumsuz etkileyen gelişmeleri sıradanlaştıran siyasi ve kültürel hamleler gerçekleştirmektedir.

Türkiye gerçekliğinde bunun en bariz örneği, ülkede 40 yılı aşkın devam eden iç çatışmalardır. Türkiye’de yaşayan Kürt halkının temsilcisi olduğunu ileri süren bir örgütün, devletin kolluk güçlerine karşı silahlı eylemleri ve zaman zaman sivil halka karşı bombalı terör saldırıları karşısında, terörü bitirememenin verdiği suçlulukla, tepkileri azalmak için terör söyleminin içini boşaltmak veya hafifletmek için, terör tanımlamasını farklı alanlarda kullanmaya başlamıştır. Örneğin; trafik terörü, tribün terörü, maganda terörü gibi tanımlamalar yaparak, terör kanık sandırılmış, sıradanlaştırılmıştır. 1990’ların ikinci yarısında dönemin başbakanı Tansu Çiğler kürsüden; “bu terör ya bitecek ya bitecek” derken bile, altı aylık eğitimsiz er askerler, eğitimli gerillalarla çatışmaya giriyordu. Terörü bitiremeyenler, terör tanımlamasının içini boşaltarak, insanları bununla yaşamaya alıştırdılar.

Pavyon merakı

İçler acısı olan ise, toplum olarak verilen veya verilmek istenmeyen her şeyi çok kolay alabilecek olmamızdır. Son günlerde yayınlanan “İnci Taneleri” isimli dizinin parti liderlerinin grup meclis toplantılarında bile dile getirilmesi, eğitim seviyesinin acı gerçeğini bize göstermiştir. Cahil bırakılan, bırakılmak istenen büyük bir toplum, yetmemiş gibi katmerli bir biçimde daha da dibe vurulmak isteniyor. Adı gecen dizi de öne çıkartılan pavyon sahneleri kabul görürken, kabul görecek başka bir sosyal mesaj bulunamıyor.

Sağlıklı bir toplum yapısı oluşturabilmek ve bu ortamı sürdürülebilir kılmak değerlerine sahip çıkan bireylerin varlığı ile mümkündür. Dizi ve filmler aracılığıyla değerler olumlu izleyicilerle buluşmaktadır demek çok isterdi. Ancak olumsuz kurgu ve senaryolar izleyicilerden daha çok tepki gördüğünden, rant beklentisi olanlar bu yönlü bir sunum sergiliyorlar.

“Ben bir Türk ırkçısıyım!”

Üç yıl önce Viyana’daki bir mitingde sakinleştirmeye çalıştığım 16 yaşındaki gencin bu sözlerini unutamıyorum. “Ben bir Türk ırkçısıyım!”

Irkçılığın ne olduğunu bilmeyen bu genç, parmaklarından büyük üç hilalli yüzüğünü bana gösteriyor, sırtında kazağının arkasında bir Türk bayrağı taşıyordu. Bayrak olası bir kargaşada açılmak için hazır bekletiliyordu. Daha 16 yaşındaydı. Uzun uzun konuştuğumuzda, kendisine Susurluk’ta şaibeli bir trafik kazasında ölen ülkücü Abdullah Çatlı’yı idol seçtiğini söylemişti. Ancak Abdullah Çatlı hakkında çok bir bilgisi yoktu. Buraya kadar anlaşılırdı. En azından gerçek yaşamdan örnek seçmişti kendisine. Ancak konuşmanın ilerleyen bölümünde “Kurtlar Vadisi” dizisinin kahramanı “Polat Alemdar” gibi vatanı için savaşacağını söylemesi, dizilerin ruh sağlığımızı nasıl etkilediğinin ispatı olmuştur.

10 ila 13 yaşlarımızda, İzmir’de mahalle kavgaları yapardık. Ben genelde Atatürk olurdum… Ancak yazlık sinemalara Cüneyt Arkın’ın filmi geldiğinde “Battal Gazi” olurdum. Diğer arkadaşlarım “Kara Murat, Tarkan” olurlardı. Yılmaz Güney filmi oynayınca çirkin kral oluverirdik. Sonra duvardan atlayarak kacak girdiğimiz yazlık sinemanın sahibi bizi yakalayınca, [tanıdığından dolayı] ertesi gün, Kemal Sunal’ın “Çöpçüler Kıralı” filmindeki süpürgeye, bir önceki seyircilerin yediği çiğdem [çekirdek] kabuklarını temizlerdik. Ama hiçbir zaman role girmezdik, unuturduk. Çünkü sürekliliği yoktu.

Viyana’yı fethetmek gibi hayaller kuran ergenlerimizin olduğunu söyleyebilirim. Aynı ergenlerimiz zorunlu eğitimden sonra okulu bıraktığı gibi herhangi bir meslek eğitimi de görmüyor, ileride yardımcı işçi oluyor, yardımcı işçi olmanın verdiği psikolojik eziklik yüzünden, Avusturya’ya nefret besliyor ve dizilerde muhteşem bir imparatorluğun çocukları hatırlatmasıyla, yeniden Viyana’nın fethi ütopyasına girerek büyük bir paradoks yaşıyorlar.

Avusturya’daki gençlerimize verilen soyut özgüven, onların eğitim alanında karşılaştıkları en ufak engelde vazgeçmeleri için güç veriyor ve “ben yedi cihana hükmeden bir imparatorluğun torunuyum” şiarıyla saçma sapan özgüven patlaması yaşamalarına neden oluyor.

“Toplumsal ahlakın değişen tanımı”

Siyasal, ideolojik ve teolojik yanlış bilgilerin verildiği dizilerde, toplumsal ahlakın kabul etmediği davranışlarda, sıradanlaşıyor, iç dünyalarda olan sapkın düşünceler cesurca gün yüzüne çıkabiliyor.

Toplum ahlakına ters bir davranış sergileyen her kimsenin ilk savunması; “herkes yapıyor” değerlendirmesinde bulunmasıdır. Herkes dediği aslında seyrettiği film ve dizilerdir. Çünkü görsel iletişim, televizyon, sinema gibi sunumlar büyük maliyetlerle oluşturulduğundan, kendisini haklı çıkaracak olan her kişi, yaptığını ekranda gördüğünde, “yaptığım yanlış olsa, bu kadar para harcayıp ekrana getirmezlerdi” anlayışıyla eylemini haklı çıkarmaya çalışıyor. Diğer yandan, adalet ve hukuk sisteminin de kurgulardan ibaret olduğu dizi ve filmler, bu yönüyle de kabul görüyor ve iç dünyasında yaşadığı, diğerlerine zarar verebilecek sapkınlığını meşru görmeye başlıyor ve uyguluyor. Her kişi bu eylemin yanlış olduğunu tabi ki kabul ediyor. Ancak dizi ve filmlerde bu yanlışın farklı versiyonları kurgulanınca, yaptığı sapkınlığın derecesi azalıyor ve savunma mekanizması güç kazanarak, “herkes yapıyor” diyerek suçunu sıradanlaştırabiliyor. Çünkü ahlaksızlık sıradanlaşırsa, toplumsal ahlak onu kendi içerisinde aklayacaktır.

Sonuç:

Dizi ve filmlerin ilgi çekici olmaları ve birden fazla duyu organına hitap edebilmelerinin yanında kolay ulaşılabilir olmalarının da insanlar tarafından tercih edilmelerinde etkili olduğu söylenebilir. Dizi ve film kahramanlarının insanlar üzerinde etki bıraktığı, insanların bu kahramanlar ile kendilerini özdeşleştirerek onlar gibi davranmaya çalıştıkları bir gerçektir.

Geri kalmış toplumlar, atalarının kahramanlıkları üzerinden kendisinden ileri olan toplumlara karşı kaybedeceklerini bildikleri halde psikolojik bir savaş acarlar ve bu savaştan bir türlü çıkamazlar. Onları bu savaştan çıkarak ve savaşmadan üstün kılacak olan ise, yönetimlerdir. Dizi ve filmlerle soyut özgüven verecekleriyle, eğitim ve öğretimle gerçek öz güven kazanmalarını sağlamaları gereklidir. Aslında buna zorunludurlar. | ©DerVirgül

Yayınlama: 30.04.2024
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.