Tren Kalkarken | Bir ayrılığın hikâyesi

| Bir okuyucu
Tren istasyonlarında sadece insanlar uğurlanmaz; bazen bir hayat, bir alışkanlık, bir “biz” de gider. Bazen bir elvedanın içinde sadece bir kişi değil, bir ömür yitirilir. Ve insan en çok da kal diyemediği gidişlerde eksilir…
Sabahın erken saatleriydi. Hava griydi. Viyana tren istasyonunun taş duvarları, içimdeki sessizliği yankılayan birer tanıktı o sabaha.
Sana sarıldım. Sımsıkı. Bir daha sarılamayacakmışım gibi. Bedenin bendeydi, ama bakışların çoktan uzaklara çevrilmişti. İçimde bir acı ağır ağır uyanıyordu. Kalbim sıkışıyor, nefesim daralıyordu. Gitmeni istemiyordum. Ama “kal” da diyemiyordum.
Gülümsedin, sessizce. “Zor olacak” der gibiydin ama hiçbir şey söylemedin. Belki de söylenmesi gereken her şey çoktan yaşanmıştı. O geceler, hasta olduğumda başucumda geçen uykusuz saatler, diğer odada edilen dualar… Şimdi seni uğurlamak, o anılara ihanet gibi geliyordu.
Tren homurdanarak hareket etmeye başladığında zaman dondu. Ben susuyordum. İçimden, sesini duyuramayacak bir haykırış yükseliyordu: “Gitme.” Ama o haykırış, dudaklarımı geçemedi.
El salladın trenin camından. Ben de kaldırdım elim, ama içime çöken şey senin yokluğun değil yalnızca; bir parçamdı oradan giden. O gün sadece seni uğurlamadım. Kendimden bir şeyi de uğurladım.
Eve dönerken Paulo Coelho’nun sözleri geldi aklıma:
“İnsan hiçbir şeye alışmamalı.”
Ama ben sana alışmıştım. Her sabah sesinle uyanmaya, akşamları seninle konuşarak günü bitirmeye, senin varlığına… Bu yüzden bu gidiş sadece fiziksel bir ayrılık değil. Bu, alıştığım bir hayatın içinden düşmekti. Ve düşüş ne kadar derinse, çarpış da o kadar acı veriyordu.
O gün bir ayrılık yaşadım.
Ama şimdi biliyorum: Bazı ayrılıklar, insanı bölüp ikiye ayırır.
Ve bazen beklemek, gidenin değil, kendinin geri dönmesini beklemektir.| ©DerVirgül
Makalenin tüm hakları, okuyucuya aittir