Şartlar Değişmeden İnsan Değişir mi?

Adem Hüyük, Avusturya'nın Viyana kentinde yaşayan Türk gazetecidir. Gazetecilik kariyerinde, Avusturya'daki Türk toplumu, göçmen politikaları ve Avrupa'daki Türk diasporası üzerine analizler kaleme almıştır. ****Deutsch: Adem Hüyük ist ein türkischer Journalist, der in Wien, Österreich lebt. In seiner journalistischen Laufbahn hat er Analysen über die türkische Gemeinschaft in Österreich, Migrationspolitik und die türkische Diaspora in Europa verfasst.

İnsan, doğası gereği bir toplumun ayrılmaz parçasıdır. Toplum içinde işlevsel bir konuma sahip olan birey, diğer insanlara dokunur; onların yaşamlarını etkiler, kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz. Bu etki, bazen bireyin kendi iradesiyle gerçekleşirken, bazen de yaşam koşullarının zorlayıcı sonuçları üzerinden irade dışı şekillenebilir.

Peki, bir insanın “iyi” ya da “kötü” olduğunu belirleyen asıl etken nedir? Bu soru, sosyal hayatın karmaşıklığında cevap arayanların en zorlandığı sorulardan biridir. Çünkü insan hem etkilenen hem de etkileyen bir varlıktır. Toplum, bir ayna gibidir; bireyler kendilerini bu aynada keşfeder, tanımlar ve şekillendirir. Aileden başlayıp okul, sokak, iş yeri ve dijital dünyaya kadar her temas, kişiliğimizde derin izler bırakır.

Ancak yalnızca bireyin iç dünyasına bakmak yeterli değildir. Çünkü iyi ya da kötü gibi kavramlar nadiren salt bireysel tercihlerin sonucu olur. Çoğunlukla, bu kavramlar toplumsal etkileşimlerin ve koşulların tortusudur. Bir davranışı anlamaya çalışırken, o davranışın beslendiği sosyal bağlamı anlamak zorunludur. Kimse yalnızca kendisinden ibaret değildir.

En yakınların tarafından anlaşılmamak ve yalnızlığa itilmek zamanla alışılan bir durum haline gelebilir. Ancak yeni bilgiler öğrendikçe ve deneyim deryasında derinleştikçe, en yakınımızdaki insanların bu dünyaya ayak uyduramadığını fark ederiz. Onların yetersizliği, kendilerini bize karşı ezik hissetmelerine; bu da içten içe düşmanlık beslemelerine yol açar. Bu görünmez duvar, sevgi ve anlayıştan çok korku ve güvensizlikle örülür.

Karl Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışına göre insan, toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Doğuştan değişmez bir doğa değil, içinde yaşadığı maddi ve sınıfsal koşullarla şekillenen bir varlıktır. Bu yüzden bir insanın iyi ya da kötü oluşu, kişisel tercihlerin ötesinde, yaşadığı sınıfsal konum ve bu konumun dayattığı yaşam biçimiyle yakından ilişkilidir.

Örneğin, Victor Hugo’nun Sefiller romanında Jean Valjean’ın ekmek çalmasının nedeni, fakirliktir. Kız kardeşinin açlıktan ölmekte olan çocuğuna bir somun ekmek götürebilmek için hırsızlık yapmıştır. Açlık sınırında yaşayan bir insanın hırsızlığı, sadece ahlaki bir sorun değil, sistemin yapısal bir sorunudur.

Marx’ın “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu kendi keyiflerine göre değil, geçmişten devralınan koşullar altında yaparlar” sözü, bireyin toplumsal yapıdan bağımsız anlaşılamayacağını net biçimde ortaya koyar. Bu nedenle bireyi anlamak için, onu şekillendiren üretim ilişkileri ve sınıfsal koşullar mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu bağlamda, Suriyeli sığınmacıların veya Türkiye’nin gelişmemiş bölgelerinden gelen insanların davranışlarını da bu perspektiften değerlendirmek gerekir. Onların seçimleri, tepkileri ve topluma adaptasyon biçimleri, içinde bulundukları ekonomik ve sosyal koşulların doğal yansımalarıdır. Sadece bireysel tercihlerle açıklanamayacak bu davranışlar, yaşadıkları zor koşullar, sosyal dışlanma, ekonomik yoksunluk ve geçmişten gelen travmalarla şekillenir.

Dolayısıyla onları anlamak, toplumun bütününü anlamak kadar önemlidir. Bu farkındalık, önyargıları azaltır, empatiyi artırır ve daha kapsayıcı, adil bir toplumsal düzen için gerekli zemini hazırlar.

Bugün, neoliberal ekonomi ve küreselleşmenin etkisiyle, bireyin içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik yapı giderek karmaşıklaşıyor. Rekabetin ve bireysel başarının ön planda olduğu bu ortamda, etik değerler ve toplumsal bağlar zayıflıyor. “Ahlaki yozlaşma” olarak tanımlanan bu durum, Marx’ın yabancılaşma kavramının günümüzdeki yansımasıdır. İnsanlar, çıkarı dayanışmanın ve bencilliği empatinin önüne koyabiliyor. Böylece iyi ve kötü kavramları, bireysel tercihler olmaktan çıkıp, sistemin dayattığı zorunluluklara dönüşüyor.

Bir insanın değişimi ise ancak yaşam koşullarının değişimiyle mümkündür. Aynı şartlar altında bireyin dönüşümü sınırlı ve zordur. Çünkü insan, sadece kendi iç dünyasının değil, dış dünyasının da ürünüdür. Toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullar değiştikçe, bireyin düşünce yapısı ve hayata bakışı da dönüşür.

Örneğin, yoksulluk içinde büyüyen biri ile refah içinde büyüyen birinin dünyaya bakışı farklıdır. Bu yüzden bir bireyi “iyi” ya da “kötü” olarak yargılamadan önce, yaşam koşullarını değiştirmek gerekir. Böylece kalıcı ve gerçek bir değişim mümkün olur.

Sınıf mücadelesi içinde hayatını adayan bir baba düşünelim. Onun iç dünyası çoğu zaman çelişkilerle doludur. Bir yanda toplumsal adalet için taşıdığı derin sorumluluk, diğer yanda ailesine karşı duyduğu vicdan azabı… Bu ruhsal çatışma, bazen yalnızlık, kaygı ve suçluluk duygularını beraberinde getirir. Toplum ise bu fedakârlığı her zaman anlamaz; kimi zaman aileye karşı sorumsuzlukla, kimi zaman da mücadelenin gerekliliğini görememekle suçlar.

Bu durum sadece bireyin değil, toplumun da aynasıdır. Çünkü gerçek değişim, kişisel fedakârlıklar ve toplumsal dönüşüm arasında bir gerilim yaratır. Değişimin mimarları çoğunlukla kendi hayatlarında eksiklikler yaşayarak, daha büyük bir iyilik için mücadele ederler.

İşte bu yüzden insanı basit iyi-kötü ikilemlerine indirgemek, onun gerçekliğini görmezden gelmektir. Bireyin yaşam koşulları, tarihsel süreç ve toplumsal ilişkiler onun davranışlarını ve kimliğini şekillendirir.

Ve unutulmamalıdır ki, birey ve toplum arasındaki etkileşim çift yönlüdür; biri değişmeden diğeri değişemez.

Yayınlama: 22.05.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.