Asimilasyonu Gösterip, Entegrasyonu Vurdular

Adem Hüyük, Avusturya'nın Viyana kentinde yaşayan Türk gazetecidir. Gazetecilik kariyerinde, Avusturya'daki Türk toplumu, göçmen politikaları ve Avrupa'daki Türk diasporası üzerine analizler kaleme almıştır. ****Deutsch: Adem Hüyük ist ein türkischer Journalist, der in Wien, Österreich lebt. In seiner journalistischen Laufbahn hat er Analysen über die türkische Gemeinschaft in Österreich, Migrationspolitik und die türkische Diaspora in Europa verfasst.

Avusturya’da Yabancı Sorunu Yok! Yabancıların Sorunları Var!

Avusturya’da göçmenlerden söz edildiğinde, siyaset ve medyada genellikle “sorunlar” gündeme gelir: Entegrasyon eksikliği, dil problemi, işsizlik, kriminal vakalar, kadınlara yönelik şiddet, antisemitizm… Liste uzun ve her başlıkta mutlaka “göçmen” kelimesi yer alır. Oysa olumlu örnekler, başarı hikâyeleri, göçmenlerin topluma katkıları ya tamamen görmezden gelinir ya da istisna olarak sunulur.

Öte yandan Türkiye kökenli göçmenler cephesinde ise tam tersi bir tablo vardır. Ankara’dan gelen siyasetçi de diplomat da, yerel dernek temsilcisi de sözlerine “Türk toplumu Avusturya’ya çok büyük değerler kattı” diyerek başlar. Ne yoksulluk ne dışlanma, ne de sistematik ayrımcılıktan söz edilir. Sanki herkes işinde gücünde, her şey yolundaymış gibi gurur dolu bir tablo çizilir.

Oysa her iki taraf da hakikati kendi çıkarına göre çarpıtıyor. Avusturya’daki göçmenlerin önemli bir bölümü hâlâ eğitim sisteminde dışlanıyor, iş piyasasında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor ve siyaseten temsilden yoksun bırakılıyor. “Avusturya’ya kattıkları değerler” inkar edilemez elbette; ancak sorunlar görmezden gelinerek aidiyet sağlanamaz. Aksine bu inkâr, göçmenlerin kendilerini daha da yalnız ve görünmez hissetmesine yol açar.

Avusturya’da “yabancı sorunu” yoktur. Bu söylem zaten sorunun adını taşıyor. Çünkü bu söz, sorunu doğrudan göçmenlere yükler. Oysa sorun; dışlayıcı politikalar, korku siyaseti, vatandaşlığa geçişteki yapay engeller, konut piyasasındaki ırkçı ayrımlar, eğitimde fırsat eşitsizlikleri ve daha fazlasıdır.

Evet, sorun var; ancak sorun “yabancılar” değil, onların eşit haklara erişememesidir. Sorun, göçmenlerin sesinin duyulmamasıdır.

Avusturya’daki birçok Türk derneği, cami çevresi, içine kapanık tarikatlar ve Ankara merkezli siyasi yapılar, entegrasyon kelimesini duyduklarında refleks olarak “asimilasyon”u öne sürüp geri çekilmeyi tercih etti. Eğer amaçları Türkiye merkezli bir diaspora oluşturmak olsaydı, bu anlaşılabilirdi. Ancak diasporalar, yaşanılan ülkede hayatın her alanında yer almayı, özellikle siyasette etkin olmayı zorunlu kılar. Almanya ve Avusturya’daki Türkiye kökenliler ise bu açıdan yetersiz kaldı. Müdahalelerle içi boşaltılmış, “araf”ta bırakılmış bir toplumdan ancak etkisiz, ezik ve vasıfsız bir diaspora doğabiliyor.

Yüzlerce diaspora dernek ve siyasi oluşum, zamanla bu kavramsal kafa karışıklığını bilinçli bir tutuma dönüştürdü: Entegrasyonun önüne set çekmek, kültürel koruma bahanesiyle içe kapanmayı teşvik etmek normalleşti.

Oysa entegrasyon, kültürel kimliğin silinmesi değil, yaşanılan toplumla ortak zeminlerde buluşma sürecidir. Fakat birçok dernek bu süreci “biz bize yeteriz” anlayışıyla sabote etti. Almanca dili yeterince öğretilmedi, Avusturya’daki hak ve sorumluluklara dair bilinç oluşturulmadı, gençler topluma katılmak yerine içeride tutuldu.

Bu yapılar özellikle gençlerin kendilerini Avusturya toplumunun doğal parçası olarak görmesini değil, “misafir işçi torunu” psikolojisinden çıkmamasını tercih etti. Sonuçta hem Türk toplumu içinde gettolaşma arttı, hem de dışarıdan gelen ayrımcılık meşrulaştırıldı.

En çarpıcı örneklerden biri de dini kurumların siyasallaşması oldu. Cami cemaatlerine sadece dini değil, ideolojik ve politik bir çizgi de dayatıldı. Türkiye iç siyasetine fazlasıyla angaje olmuş bu yapılarda, Avusturya gündemini konuşmak neredeyse “hainlik”le eşdeğer sayıldı.

Oysa burada yaşayan gençlerin, kadınların, işçilerin, öğrencilerin gerçek sorunları Türkiye siyasetiyle değil, Avusturya’daki sosyal gerçeklikle çözülür. Ancak bu gerçeklikten uzak duran kurumlar hem temsil iddiasında bulundu hem de temsil ettiklerini iddia ettikleri toplumun dönüşümünü engelledi.

Bugün Avusturya’da Türkiye kökenli göçmenlerin yaşadığı yapısal sorunların sorumlusu sadece Avusturya devletinin dışlayıcı politikaları değildir. Aynı zamanda göçmen toplumun içinden çıkan, statükoyu yeniden üreten kurumların da payı büyüktür.

Tekrar söylüyorum: Avusturya’daki Türkiye kökenli toplumun tam anlamıyla entegre olamamasının en büyük sorumlularından biri, Türkiye merkezli tarikatlar, siyasi yapılanmalar ve yerel derneklerdir. Bu yapılar sadece entegrasyona mesafeli kalmakla kalmadı, bu süreci bilinçli olarak sabote etti.

Kimi zaman din adına, kimi zaman geleneksel değerler adına, kimi zaman da “kültürel kimliği koruma” bahanesiyle; insanların Almanca öğrenmesi geciktirildi, okulda başarısız çocuklar ‘bizden’ diye savunuldu ama çözüm sunulmadı, kadınların kamusal alana çıkışı engellendi, gençlerin üniversite yerine ‘bizim derneğe’ bağlanması teşvik edildi.

Tarikatlar kendi bağlılık ilişkilerini diaspora üzerinde yeniden üretirken, siyasi yapıların gözü kulağı Ankara’da kaldı. Avusturya’daki hiçbir seçimde oy kullanamayan insanlara, Türkiye seçimleri için mitingler düzenlendi. Hatta kim nasıl oy kullanmalı, hangi lidere biat etmeli, kim hain ilan edilmeli hepsi tek merkezden belirlendi.

Bu yapıların çoğu, Avusturya’daki insanların gerçek sorunlarıyla değil, Türkiye’nin iç siyasi ajandasıyla ilgilendi. Kadınların şiddet görmesi, işçilerin hak ihlali yaşaması, konut bulamayan gençlerin dramı bu yapılarda hiçbir zaman gündem olmadı. Çünkü onlar için önemli olan insanların burada huzur içinde yaşaması değil, merkeze bağlı kalmasıydı.

Bugün hâlâ birçok Türkiye kökenli genç, bu kurumların çizdiği dar alanın dışına çıktığında “bozuldu”, “ötekileşti” ya da “Batı’nın uşağı oldu” diye yaftalanıyor. Oysa bu gençlerin yaptığı tek şey, kendi kimliklerini özgürce inşa etmek, yaşadıkları topluma katkı sunmak ve kendilerini sınırlayan zincirleri kırmaktır.

İşte bu zincirleri kuranlar, asimilasyon korkusunu bir araç olarak kullandı. Amaç, bu korkuyla toplumu içeride tutmak ve kendi nüfuz alanlarını korumaktı. Yani entegrasyon değil, denetim; katılım değil, bağlılık istediler. Bu yüzden entegrasyon çabalarını bilinçli biçimde baltaladılar.

Bugün Türkiye kökenli göçmenlerin önemli bir bölümü ne tam anlamıyla Avusturya toplumuna ait hissedebiliyor ne de köken ülkeye tam bağlı kalabiliyor. Kimlikleri, aidiyetleri ve gelecek hayalleri arasında sıkışmış bir topluluk ortaya çıktı. Bu durumun çok yönlü sebepleri var: Dışlayıcı politikalar, kurumsal ırkçılık, vatandaşlık engelleri…

Ama Türkiye merkezli tarikatların, siyasi yapıların ve yerel derneklerin bilinçli olarak yürüttüğü dışa kapalı, denetimci ve manipülatif tutum, bu sıkışmışlığın en büyük sebeplerindendir. Bu kurumlar insanları Avusturya toplumuna yaklaştırmak yerine, onları sürekli bir “biz” içine hapsetti. O “biz”in içinde ne birey olmak mümkün ne özgürce düşünmek, ne de iki toplum arasında kendine özgü bir yer bulmak.

Türkiye kökenli toplumun bugün Avusturya’da arafta kalmasının en büyük nedeni budur.

Üstelik bu araftalık sadece Avusturya’nın ya da kurumlarının dayattığı dışlayıcılıkla açıklanamaz. Türkiye’de de bu insanlar artık “istenmeyen” figürlere dönüştü.

Özellikle yaz aylarında Türkiye’ye giden “gurbetçiler” sosyal medyada linç ediliyor: Yolları tıkamakla, havalimanlarını doldurmakla, fazla para harcamakla, ukalalık etmekle, fiyatları bozmakla suçlanıyorlar. Türkiye’de yaşayan yerli halk bile bu ziyaretlere tahammül edemediğini açıkça ifade ediyor.

Bu durum, göçmen toplumunu daha da yalnızlaştırıyor. Çünkü Avusturya’da “yabancı”, Türkiye’de ise “artık bizden değil” gözüyle bakılan bu insanlar, iki coğrafyada da tam anlamıyla kabul görmeyen, kimliksizleşmiş bir kuşağa dönüşüyor.

Peki, bu insanlar ne yapacak?

Ne Avusturya devleti onları bir sabah eşit vatandaş olarak kabul edecek, ne de Türkiye devleti seçim dönemleri dışında onları hatırlamaktan vazgeçecek.

Bu insanlar kendi yollarını kendi içlerinden açacaklar. Bu toplumun içinde, bu toplumla birlikte, ama kendi özgün sesleriyle, kendi eşit yurttaşlık haklarını arayarak yaşayacaklar.

“Yabancıların sorunu” dedikleri şeyin çözümü, “yabancı” kalmamak değil, yabancılaştıran her şeye karşı dik durmakta gizli.

Artık ne oraya ne buraya ait olmak zorunda kalmadan, kendi yerlerini inşa edecekler.

Ve o yer ne Ankara’da ne Viyana’da olacak; kendi hak ettikleri yerde olacak.

Zira onları kurtaracak olan kendi kollarının olması, yadsınamaz bir zorunluluktur…

Yayınlama: 27.07.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.