Beynim, Vefa ve Toplumsal Bağlamı
En çok acıyı beynimden dolayı yaşadığımı sanıyordum; meğerse vefasızlığı bana göstermek isteyen beynim, her ağrıda ve her bekleyişte acıyla fısıldamış. Her düşünce, her duraksama bir rehber gibi yol gösteriyor; bazen sabretmek, bazen içe dönmek, bazen de yalnızca izlemek en doğru cevabı getiriyor. Acı öğretmenimiz, bekleyiş sessiz bir arkadaş.
Diğer yandan bu acı, yalnızca bireysel bir sınav değil; içinde yaşadığımız toplumsal düzenin, sınıfsal ayrımların ve yabancılaşmanın bir yansımasıymış. Kapitalist üretim ilişkileri, eşitsizlikler ve bireysel izolasyon, insanın kendi acısıyla yüzleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Beynim, acı ve bekleyişle beni sınarken, aslında bana kendi konumumu, sınıfsal farkımı ve toplumsal bağlarımı sorgulatıyor.
Önceleri unutmaktan korkuyordum, şimdi ise elli yıllık bir geçmişi bütün ayrıntılarıyla hatırlama yetisine kavuşmamın doğuracağı travmalardan korkar oldum. Unutmak istediğim ve zaman aşımına uğrayan anılarımın bugünümde beni intikamcı bir ruh haline sokmasından endişe eder oldum.
Peki vefa neydi? Bunu beklemeye hakkım var mıydı? Ben vefalı bir insan mıydım?
Belki vefa sadece bireyler arası bir ölçü değil; içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerde, sınıf dayanışmasında ve kolektif sorumlulukta kendini gösteren bir değer biçimi. Bazen insan, en çok kendi acısıyla sınanıyor; bazen de en beklenmedik anlarda, kendine ve topluma gösterdiği sabırla en derin dersleri alıyor.
İnsan, kendi acısını yalnız çektiğinde bu acı, kapitalist düzenin yarattığı eşitsizlik ve yabancılaşmayla besleniyor. Bireyin yalnızlığı, sistemin ürünü olarak derinleşiyor. Kayıplar ve yalnızlıklar, sadece bireysel trajediler değil, aynı zamanda üretim ilişkilerinin, aile ve toplum yapısının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
En büyük vefa, artık başkalarından beklenen değil, kolektif sorumluluk ve kendi toplumsal bilincine gösterebildiğimiz sadakattir. Kendimize ve topluma karşı dürüst olmak, bireysel acıları anlamlandırmanın ve toplumsal dönüşümün temelidir.
Yakın tarihte, iki hafta aralıkla annem ve yedi yaşında kaybettiğim babamın yerine koyduğum ağabeyimi kaybetmek, belki de yalnız ve feodal sorumsuz yaşamımda kendimi sorgulamamda bir dönüm noktası oldu. Bu nedenle “Doğu Ekspresi Belgeseli” filmini çekmek için kendimi Anadolu’nun karlı dağlarına sürdüm.
Şimdi anlıyorsun ki, en büyük vefa, başkalarından beklenen değil, kendine gösterebildiğin vefadır. Kendi acını, kendi bekleyişini, kendi sabrını görebilmektir. Beynin acıyla fısıldadığı her mesaj birer rehbere dönüşür; bekleyiş bir öğretmene, yalnızlık bir arkadaşına. Kendinle yüzleşmek, bazen en çok ihtiyaç duyduğun dostunla buluşmak demektir: kendi kendinle, kendi içinde, kendi değerinde.
Başkalarından beklenen vefaya 15 yaşından itibaren karşı durmaya şartlandırdığım mantığım, bugün beni yalnız kalmaya, çocuklarımdan bile koparabilmekte. Aslında bu davranış, kan bağım olan ve beni gerçekten seven insanlara olan bir vefa borcunun ödeme biçimidir. Acı yalnız çekildiğinde acıdır; mutluluk veya sevinç ise bölüşüldüğünde anlam kazanır. Bu arabesk ve kaderci, acıdan beslenen mantık bize miras gibi yapışmış ve devam etmektedir.
Bilmek, bildiğini sanmak yanılgısı; okyanusta bir damla olamadan fırtınalar çığırtkanlığı, en başta kendi benliğine, kendi kimliğine ve toplumsal sorumluluğa ihanet ve vefasızlıktır. Bunu itiraf etmekte bir erdemlik sayılmamalıdır.
Yıllar önce “yürüyen ansiklopedi” olarak tanınan çok sevdiğim Attilâ İlhan’ın cenazesine katıldım. O gün kendi cenaze törenimi hayal etmeye çalıştım; ama objektif olamadığımdan, kendimi zorlamadım ve vazgeçtim.
Attilâ İlhan kim mi?
Hani, üç fidanın idamını İzmir Karşıyaka’dan Konak Limanı’na giderken vapurda öğrenen ve şu dizeleri fısıldayan adam:
“O Mahur Beste Çalar, Müjgan’la Ben Ağlaşırız”
[Şiirin tamamı, yitirilen değerler ve yalnızlık duygusu üzerine kuruludur.]
Attilâ İlhan’ın başka bir şiiri, Ahmet Kaya tarafından bestelenmiş ve yıllarca anlam yüklemeden dinlemiştim. Uzun yıllar sonra, bu bestenin sözlerinin anlamını sorgulamak, yaşadıklarımın farkındalığıyla doğdu.
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” sözlerinden yola çıkarak, yok saydığım kadınların aslında onların da beni yok saydığıyla yüzleştim. Kadın tabirini yalnızca sevgili veya eş anlamında kullanmıyorum; anne, abla veya yeğenleri de kapsayabilmektedir.
Erkek, kendisini sevilme egosunun rüzgarına kaptırdığı anda, özgüveni yetilerinin üzerinde bir kabul görmektedir.
Ve sonunda anlıyorsun ki, tüm bu kayıplar, yalnızlıklar ve sorgulamalar; hayatın bize verdiği en önemli derslerdir. Beynim, acı ve bekleyişleriyle beni sınarken, aslında en değerli öğretmeni olmuş; vefa, sabır ve kendine sadakat yolunda bana rehberlik etmiştir.
Artık biliyorum ki, gerçek vefa, başkalarından beklediğimiz değil, kendimize gösterebildiğimizdir. Kendi içimizde bulduğumuz bu sadakat hem bireysel hem toplumsal boyutta hayatın en derin anlamlarından biridir.| ©DerVirgül