Kalabalıklar Arasında Yalnızlığın Cazibesine Kapılmak
Yalnızlık bazen bir kaçış, bazen bir direnç biçimi, bazen de bir tercih olarak ortaya çıkar. Kalabalıkların içinde yalnızlığı seçmek, bir tür protestodur; dayatılan ortaklıklara, yüzeysel ilişkilere, yapay coşkulara karşı sessiz bir başkaldırıdır.
Bu yalnızlık arzum; kendimi koruma refleksi, içsel derinliğimi sürdürme direnci ya da çağdaş yabancılaşmanın bir semptomu olabilir. Yine de bu yalnızlık, çokluk içinde bir azlık deneyimidir — çoğu zaman hem kaçış hem de varoluşun ta kendisidir.
Artık sokakta karşılaştığım tanıdık ya da tanımadık insanların sordukları sorulara yanıt vermek istemiyorum. Belki de bu sadece yaşla gelen bir suskunluk değil, anlatmanın anlamını yitirmesiyle ilgili bir şey. Soruların ardında gerçek bir merak değil, çoğu zaman sadece sözde bir ilgi oluyor. Bir tür alışkanlık, zoraki bir sosyallik. Bu yüzden eskiden uzun uzun yanıtladığım sorular artık boğucu geliyor.
Viyana’da gerçekten konuşulabilir insan sayısı az. Bunu dile getirenlerin benimle sohbet etmek istemesi, başlangıçta beni onurlandırıyor gibi görünse de aslında çoğu zaman bunun arkasında başka bir ihtiyaç olduğunu fark ediyorum. “Konuşulabilir bir insan” olarak beni işaret etmeleri, beni yüceltmelerinden değil, kendilerini öne çıkarmak istemelerinden kaynaklanıyor. Bu tür sahte yakınlıklar artık bana sadece uzaklığı hatırlatıyor.
Bazı insanlar, “Viyana’da felsefi anlamda konuşabildiğim ender insanlardansın” diyerek yaklaşırlar. Bu cümle, ilk bakışta bir övgü gibi görünür. Ama dikkatle bakıldığında, aslında kendi yeterliliklerini ima ederler. Karşısındaki kişiyi yücelten değil, kendini entelektüel bir zemine oturtan bir tavırdır bu. Nezaketin arkasında kibir, sohbetin ardında kendini gösterme arzusu gizlidir.
Tam da bu yüzden, kelimelerle kurulan bu zarif tuzaklardan uzak duruyorum. İçeriği olmayan sohbetler, entelektüel derinliği olmayan uzun cümleler artık yoruyor. Belki de bu yüzden, kalabalıklar arasında yalnız kalmayı, seçilmiş birkaç cümleyle yaşamayı daha anlamlı buluyorum.
Yalnızlık bir tercih değilse bile, bir korunma biçimi haline geliyor bazen. Viyana’da, büyük kalabalıkların içinde sessizliği dinlemek, boş konuşmalardan daha çok şey anlatıyor insana. Giderek daha çok susuyorum. Çünkü artık konuşmanın değil, sustuğum şeylerin kıymetiyle var oluyorum.
Oysa Viyana’da hayranlıkla dinlediğim, sohbetlerinden keyif aldığım o kadar güzel insan var ki… Ve ben bir gün bile o güzel insanlara, “tek konuşabildiğim kişi sizsiniz” gibi bir hadsizlikte bulunmadım.
Eğitim seviyesi düşük ama ekonomik seviyesi yüksek insanlarla ortak bir noktada buluşmak, çoğu zaman beklentiler ve kelimeler arasında kaybolmak gibi… Çünkü konuşmaya başlar başlamaz, düşünsel bir arayışa değil; kanıtlanmış başarı öykülerine, maddi sembollere, sahip olunanlara yaslanan bir anlatı kuruluyor karşımda. Bu anlatı, beni bir yere davet etmiyor; daha çok dışarıda bırakıyor.
Ekonomik üstünlük, çoğu zaman öğrenme merakını değil, onaylanma isteğini besliyor. Sohbet bir diyalog olmaktan çıkıyor; tek taraflı bir performansa dönüşüyor.
Paranın, bilgiyi susturduğu yerde fikir alışverişi değil, “hayranlık beklentisi” beliriyor. Oysa benim hayran olmak değil, birlikte düşünebilmek gibi naif bir derdim var.
Zor olan, bu insanlarla tamamen kopmak da değil. Onların gündelik bilgeliği, pratik zekâsı, hayatta kalma becerisi bazen kıskandırıcı. Ama o kıskançlık, karşılıklı beslenmeye değil, içe kapanmaya yol açıyor. Ben anlatmak istedikçe, onlar anlamak istemiyor; onlar kendi doğrularına sıkı sıkıya sarıldıkça, ben susuyorum.
Oysa ortak bir zemin mümkün olabilir. Ama bu zeminin adı, para ya da unvan değil; karşılıklı merak olmalıydı. Merakın yok sayıldığı bir yerde, bilgiyle inşa edilen hiçbir köprü yürüyüşe açılmaz.
Bazı yalnızlıklar sessiz değildir; kalabalıkların içinde büyür. Kalabalık sofralarda, dolu salonlarda, kahkahalar arasında… İnsanları dinlerken içimdeki bir ses yükselir: “Buraya ait değilim.” Ama bu, kimseyi küçümsemek ya da kendini yüceltmek değil. Sadece bir uyumsuzluk hissi. Sanki başka bir ritimde yürüyorum ve herkesin adımları bana yabancı geliyor.
Bazen düşünmek, fazlalık gibi görülüyor. Hayatı sorgulamak, susulması gereken yerde soru sormak, gündelik kaygıların arasına “neden” kelimesini sıkıştırmak… Bunların yersiz, hatta kibirli sayıldığı anlar oluyor. Ama inanın, kimseye tepeden bakmak değil derdim. Hatta çoğu zaman, “Acaba çok mu zorluyorum her şeyi?” diye kendi kendime sorduğum oluyor.
Kafamdaki sorular, herkesin konuştuğu yerde beni sessizleştiriyor. Çünkü herkes net; herkes emin. Oysa ben çoğu zaman kararsızım. Ve işte bu kararsızlık bile dışlanmanın sebebi olabiliyor. Belki de entelektüel yalnızlık tam da burada başlıyor: Ne düşündüğünüzden çok, neden bu kadar çok düşündüğünüzün sorgulanmasıyla.
Beni anlamayanlar, çoğu zaman bunun bir üstünlük çabası olduğunu sanıyor. Oysa ben de anlamaya çalışıyorum sadece; kendimi de onları da. Hiçbir yere tam ait hissedememek ne bir gurur kaynağı ne de bir entelektüel rozettir. Aksine, insanı yoran bir haldir bu. Sık sık şunu düşünürüm: Belki de mesele zeka değil, ritim farkıdır. Belki herkes kendi temposunda haklıdır.
Ama yine de düşünmeye devam ediyorum. Çünkü bazen tek bir kitapta, bir cümlede, bir yabancının bakışında kendine benzer bir iz bulmak mümkün oluyor. O anlar için, yalnızlığa da razı oluyorum.
Çünkü bazen yalnız olmak, ait olmaktan daha dürüsttür.