Kimin yanında durduğun değil, neyin karşısında sessiz kaldığın belirler seni
Platon, özellikle Devlet adlı eserinde, soylu ailelerin ayrıcalıklı konumunu savunan geleneksel görüşe karşı çıkarak Sokrates’in fikirlerini savunur ve onun etik duruşunu öne çıkarır. Platon’a göre gerçek erdem, soylulukla değil, eğitim ve bilgelikle kazanılır. Bu yüzden bireyin soyuna değil, ahlaki ve entelektüel değerlerine bakılmalıdır.
Bu perspektiften bakıldığında, en yakının da olsa haksızsa savunmamak, kişisel bağlılıkların ötesinde bir erdem ve vicdani sorumluluk olarak öne çıkar. İnsanın en yakını, dostu, ailesi bile olsa; adalet ve doğruluk karşısında herkes eşittir. Yakınlık, sevgi ya da çıkar ilişkileri, haksızlığı örtbas etmek için bir mazeret olamaz. Aksine, en yakınımızın hatasını görmek, anlamak ve gerektiğinde dile getirmek; gerçek bir vicdan ve karakter göstergesidir.
Ancak bu doğru ilke, gündelik yaşamda çoğu zaman yalnız kalır. İnsanların kendi doğrularının belirlediği yaşam koşulları, evrensel doğruları işlevsiz kılabilir.
Çok nasihat dinleyen bir yapıya sahip değilim. Buna rağmen hayatım boyunca, beni sevdiğini düşündüğüm insanlardan hep benzer yönlere çekmeye çalışan sözler işittim. İdeolojik geçmişimi bir kenara bırakırsam, gazetecilik yaptığım dönemlerde en çok karşılaştığım pasif soruların başında “Ne kadar kazanıyorsun?” geliyordu.
Kazancımın geçimimi bile sağlamaya yetmediğini öğrenenlerin tepkisi ise genellikle “O zaman neden her şeye karışıyor, haber yapıyorsun?” gibi, yine para odaklı uyarılar oluyordu. Çok az kişi, “Olayın üzerine git, korkma, biz yanındayız” dedi.
Viyana eyalet seçimleri sonrasında bir siyasi kuruluş başkanının bana sarf ettiği “Seçimlerde yanlış ata oynadın” sözü ise, aslında çok şey anlatıyordu. Para kazanmak istiyorsan, değer yargıların olmayacak, demekti. Yanlışı, yanlış yapanla birlikte kabul etmem gerektiği ima ediliyordu.
Nietzsche, “Gerçekler acıdır” der ve cesaretle yüzleşmeyi bir erdem sayar. Oysa benim ne kendimi ne de yaptığım işi “erdemli” görme gibi bir çabam hiç olmadı. Ama gerçeklerin acı olduğunu, Nietzsche’yi okumadan da anlamıştım.
Sokrates, “Kendi vicdanına ihanet eden, en büyük ihaneti yapmış olur” der. Ona göre doğruyu söylemek ve hakikatin peşinden gitmek, kişisel ilişkilerden bile önemlidir. Yakınımız bile olsa, haksızlığı savunmak bireyin ruhuna zarar verir.
Ancak gördüğüm kadarıyla kimse kendi ruhuna zarar verdiğini düşünmüyor. Çünkü herkes kendi doğrusuna inanıyor. Bu da tartışmaları yüzeyde tutuyor ya da kişisel savunmalara hapsediyor.
Ancak tuhaf olan bir başka gelişme ise, olaylara farklı bir pencereden bakan ve benden farklı beklentileri olan bir çevrenin, bu kez tam tersi bir eleştiriyle karşıma çıkmasıdır. Yukarıda savunduğum değerler kapsamında, haksıza “haksız” dediğim için takdir beklerken, bu çevre tarafından çıkar ilişkileri peşine düşmekle ve değer yargılarımı satmakla suçlanıyorum.
Onlara göre artık ben, doğru bildiğim yolda yürüyen biri değil; bir çıkarın parçası, bir pozisyonun aktörü haline gelmişim. Oysa yaşadıklarım gösteriyor ki, hakikatin peşinden gitmek bazen her cephede yalnız kalmak anlamına geliyor.
Bir taraf “Neden bu kadar dürüstsün?” diye sorarken, diğer taraf “Sen çoktan satıldın” diyebiliyor. Bu da bana, içinde yaşadığımız çağın bir başka gerçekliğini hatırlatıyor: Herkesin bir doğrusu var ama kimse gerçeği duymak istemiyor.
Gerçek, artık sadece savunulan bir değer değil, rahatsız edici bir yük gibi görülüyor. O yüzden çoğu kişi, kendi doğrusunu gerçeğin yerine koyuyor. Bu da bizi, eleştirinin bir vicdan muhasebesi değil, pozisyon savaşı olduğu bir zemine hapsediyor.
Bazen kendime soruyorum: Doğruyu söylemenin karşılığı bu kadar ağır mı olmalıydı? Belki de evet. Çünkü doğru, yalnızca bir bilgi değil, bir duruştur. Ve durduğun yer; kimi zaman sevdiğinle arana mesafe koyar, kimi zaman kalabalığın ortasında seni tek başına bırakır.
Ama biliyorum ki, vicdanın terazisinde yalnız kalmak, kalabalığın alkışına kapılmaktan daha ağırbaşlı bir yoldur. En yakının bile haksızsa, susmamak gerekir. Çünkü sessiz kalmak, sadece gerçeğe değil, kendine ihanettir.
Ve bazı suskunluklar, sadece kendimize değil, artık aramızda olmayanlara da uzanabilir.
Dün, 25 yıldır tanıdığım, dünyanın en fedakâr insanı olan “can yoldaşımı” kaybettim. Üzerimde o kadar çok emeği var ki; kendimi bu emeğe ihanet etmiş gibi hissediyorum. Belki de en çok bu yüzden, doğru bildiğim sözleri söylemeyi, artık bir borç gibi hissediyorum. Çünkü bazı insanlar, sustuğumuzda değil, konuştuğumuzda yaşar içimizde.
Ve belki de bu çağın en büyük ahlaki sınavı şudur:
Kimin yanında durduğun değil, neyin karşısında sessiz kaldığın belirler seni.
Bu yazı, hayatı boyunca doğrulardan yana durmuş bir dosta adanmıştır.