Sarı Mercedes kibrinden günümüze | “Gurbetçiler”
Tatil sezonu yaklaştıkça Avrupa yolları yine bir tür Kavimler Göçü‘ne dönüşecek. Türkiye’ye doğru süzülen yabancı plakalar arasında kalabalık bagajlar, çocuk koltukları, oyun konsolları, elektrikli scooter’lar ve yüksek sürüşlü SUV’lar taşıyan yüz binlerce gurbetçi ailesi yeniden yollara düşüyor. Ama bu yolculuk yalnızca fiziksel bir güzergâh değil. Her yaz tekrarlanan bu rota, aslında Avrupa’dan Türkiye’ye uzanan sınıf, kimlik ve aidiyet arayışının yeniden sahnelenişi oluyor.
Eskiden Edirne’den giriş yapan gurbetçi, doğrudan köyüne, kasabasına veya memleketindeki evine giderdi. Çünkü Türkiye’de başka kalacak yerleri yoktu; ayrıca tatil yapma alışkanlıkları da bulunmuyordu. Bu nedenle bugün bile pek çok gurbetçi, “tatile gidiyorum” yerine “izine gidiyorum” demeyi sürdürüyor. Bu ifade sadece nostaljik değil; aynı zamanda kültürel bir kopuşun göstergesi. Tatil kültürü, gurbetçinin öz benliğinde tam anlamıyla bir karşılık bulmuş değil.
Zihinsel olarak Türkiye’yi, göç ettiği yıllardaki haliyle hatırlayan bir bilinçaltı, zamanla yerli halkla bir uyumsuzluk yaratıyor. Avrupa’daki yaşam biçimi Türkiye’de bir üst kimlik gibi sergilendikçe, bu durum yerli halkın gözünde giderek bir kibre dönüşüyor.
Bugünün gurbetçisi, kendini Türkiye’ye uydurmaya değil, Türkiye’yi kendisine uydurmaya çalışıyor. Gittiği otel, konuştuğu dil, tercih ettiği yemek, taktığı güneş gözlüğü… Her şey bir konfor standardının korunmasına hizmet ediyor. Böylece aidiyet değil, konfor merkezi olan post-modern bir kimlik gelişiyor.
Ana vatan fikri geri plana düşerken, tatilin içeriği belirleyici hale geliyor. Artık önemli olan “memlekette olmak” değil; “memlekette nasıl göründüğün”.
Bir dönem bu yolculuğun simgesi sarı bir Mercedes’ti. 1980’lerde ve 90’larda o araç, Avrupa’da çalışan bir gurbetçinin yalnızca ulaşım aracı değil; aynı zamanda başarı göstergesiydi. Almanya’dan yola çıkan sarı Mercedes, Türkiye’ye sadece yolcu değil, mesaj da taşıyordu: “Ben başardım. Artık sizden farklıyım.”
İşte bu noktada bir kırılma başlıyordu. Direksiyondaki kişi geçmişin yoksulluğunu unutmamıştı belki, ama onu gizlemek yerine göstermeyi tercih ediyordu. Bu da zamanla gösterişe, oradan da kibir olarak algılanan bir davranış biçimine dönüştü.
Türkiye’de kalanlar için bu dönüşler, bir sevinç değil, bir rahatsızlık sebebi haline geldi. El öpmeye gelen çocuklara verilen markalı çikolatalar, Almanca konuşan torunlar, gösterişli takılar, üstten bakan bakışlar… Bütün bunlar, “siz geride kaldınız”ın sessiz ifadeleriydi.
O dönemden bugüne “Almancı” sözcüğü yalnızca coğrafi bir yönü değil, aynı zamanda bir kültürel ayrımı, bir gösteriş biçimini ve giderek bir küçümseme hissini de temsil etmeye başladı. Sarı Mercedes’le gelen kişi ne tam Türkiyeli kaldı ne de tam Avrupalı oldu. Arada kaldı. Ve bu “arada olmak”, her iki taraf için de yorucu, kırıcı ve gerilimli bir hale dönüştü.
Bugün Sarı Mercedes’in yerini daha sessiz ama daha pahalı, daha rafine araçlar aldı. Ancak gösteriş sona ermedi; sadece biçim değiştirdi. Bir zamanlar plaka gösterilirdi, şimdi Instagram hikâyeleri, YouTube vlog’ları gösteriliyor. Sınıf atlama arzusu hâlâ diri. Ama artık doğa dostu ambalajlar, sessiz elektrik motorları, ahşap iç tasarımlar eşliğinde sunuluyor.
Mesele değişmedi: Avrupa’daki hayatın, Türkiye’de bir üst kimlik olarak sahnelenmesi… Ve bu sahne, hâlâ o eski kırgınlıkları diri tutuyor.
“Çok değişmişler” cümlesi, “kendilerini bir şey sanıyorlar” yargısıyla birleşiyor ve eski ayrımlar yeniden canlanıyor. Çünkü gurbetçinin sırtında sadece yol yorgunluğu değil, bir de aidiyet yorgunluğu var.
Her yaz yapılan bu uzun yolculuk, sadece bir tatil değil. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye ait olduğumuzu hatırlamaya ya da unutturmaya çalıştığımız bir sahne. Bu sahnede herkesin bir rolü var:
Kimisi sessizce köyüne dönüyor, kimisi yüksek sesle müziğini açıp sahile iniyor.
Ama ister Sarı Mercedes’le, ister Tesla’yla…
O yolculuk hep aynı soruyu fısıldıyor:
Biz gerçekten nereye aitiz?