Toplumsal Çözülmenin Anatomisi | “Hiçbir ülke bir gecede parçalanmaz”
Bu cümleyi bir kenara not edin. Çünkü tarih, tozlu raflarda saklanan bir masal kitabı değil, ders almayanlar için tekerrür eden bir felaket senaryosudur.
Büyük çöküşler gürültüyle gelmez. Top sesleriyle, tank paletleriyle başlamaz her zaman.
Çöküş; sessiz, derinden ve sinsi gelir.
Tıpkı yavaş yavaş ısınan suda haşlandığını fark etmeyen o meşhur kurbağa deneyi gibi… Toplumlar da kendi sonlarına adım adım, doz doz alıştırılır.
Devletlerin çözülmesi bir süreçtir.
Önce “yeni normal”lerinizi inşa ederler.
Dün “asla” dediğinize, bugün “olabilir” demeye başlarsınız.
Önce haklarınızın kenarından köşesinden törpülerler. Ses etmezseniz, bir sonraki adımda sesinizi kısarlar. Sonra bir bakmışsınız ki, olan biten her gariplik hayatınızın sıradan bir parçası olmuş.
Bu operasyonun ilk hedefi hafızadır.
Bir milleti ayakta tutan omurgaya saldırırlar: Tarihine ve kahramanlarına…
Önce kahramanlarınızı tartışmaya açarlar, sonra karalarlar. Ardından sıra sembollere gelir. Diliniz yozlaştırılır, bayrağınızın kutsiyeti sorgulanır, marşınızın mısraları “fazla sert” bulunur.
Kavramların içi boşaltılır, anlamları tersyüz edilir.
Vatan savunması yaparsınız; adınız “faşist” olur.
Millî birlikten, beraberlikten dem vurursunuz; “nefret söylemi” damgası yersiniz.
Bu süreçte devasa bir koro eşlik eder yıkıma.
Medya, akademi, hatta sokaktaki fısıltı gazetesi aynı nakaratı tekrarlar:
“Canım hiçbir şey olmaz…”
“Bu kadar paranoya da fazla…”
“Abartıyorsunuz!”
Siz tehlikeyi işaret ettikçe, sizi marjinal ilan ederler. “Makul” olan onlardır, “aşırı” olan siz.
Gün gelir, doğup büyüdüğünüz kendi şehrinizde, kendi mahallenizde azınlık olduğunuzu fark edersiniz. Ama artık itiraz edecek gücünüz kalmamıştır. Çünkü o “çoğunlukçu” rüzgâr, sizin sesinizi çoktan boğmuştur. Haritada “ülken” diye gösterilen yerde, senin adın bile geçmez olur.
İnanmayanlar tarihin yakın sayfalarına baksın.
Yugoslavya halkı da böyle alıştırıldı.
1980’lerde televizyonlarda sabah akşam “kardeşlik ve birlik” türküleri söylenirken, arka planda bir ülke ilmek ilmek sökülüyordu. İnsanlar, ekran başında kendi ülkelerinin eriyişini bir dizi film izler gibi, tepkisizce izlediler.
Sonuç?
1990’larda bir sabah uyandıklarında, kendilerini yedi ayrı devletin, yedi ayrı trajedinin ortasında buldular. Dün “komşum” dedikleriyle, bugün sınır oldular. Hem de bu süreci alkışlayarak yaşadılar.
Ve gün gelir, o televizyondan izlenen parçalanış, sizin kapınızı çalar.
Toprağınızın elinizden kayıp gittiğini anladığınızda ise artık çok geçtir.
Unutmayın efendiler!
Parçalanan sadece toprak değildir.
Harita işin son kısmıdır, noter tasdikidir.
Asıl parçalanan ruhtur, zihindir, aidiyettir.
Ruh bir kez parçalandı mı, haritadaki çizgilerin hiçbir hükmü kalmaz.
Türkiye bir ulus devlettir.
Ve ulus devletler, binalarla, köprülerle değil; ancak millet uyanık olduğu sürece ayakta kalabilir.
Rehavet, bir milletin en büyük düşmanıdır. “Bize bir şey olmaz” demek, celladına gülümsemektir.
Çünkü uyanık olmayanlar, bir gün o çok sevdikleri televizyon ekranlarından, kendi sonlarını canlı yayında izlemek zorunda kalırlar.
Yurdu yaşatmak, sadece sınırda nöbet tutan Mehmetçiğin değil; zihninde ve yüreğinde “uyanık kalmayı bilenlerin” işidir.