Viyana’da verilen oy, Ankara’da hesap mı ediliyor?
– Siyasi çıkarlar arasında unutulan bir topluluğun izinde…
2010 yılının ikinci yarısında, dönemin Viyana Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan, Die Presse gazetesine verdiği demeçte Avusturya’nın uyum politikasını eleştirmiş, ülkedeki Türklerin “gettolaşmaya zorlandığını” söylemişti. Bu açıklama, dönemin koalisyon ortağı ve Başbakan Yardımcısı Josef Pröll’ün sert tepkisine yol açmış, “Bir diplomatın ev sahibi ülkenin iç politikasına dair böylesine ölçüsüz açıklamaları kabul edilemez” ifadesiyle kriz daha da derinleşmişti. Bu olay, Türkiye-Avusturya ilişkilerinde uzun sürecek bir diplomatik soğukluğun fitilini ateşlemişti.
Ancak aradan geçen yıllar, Tezcan’ın dikkat çektiği gettolaşma olgusunun ortadan kalkmadığını, yalnızca “paralel yaşamlar” gibi daha yumuşatılmış kavramlarla yeniden adlandırıldığını gösterdi.
2020’li yıllara gelindiğinde, Avrupa’nın siyasi konjonktürü ve bölgesel gelişmelerin etkisiyle Türkiye-Avusturya ilişkileri yeniden normalleşme sürecine girdi. Karşılıklı ziyaretler, iş birliği arayışları ve özellikle Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Avusturya’nın Türkiye’ye yönelik yeni stratejik yaklaşımları bu süreci pekiştirdi. 2020’de başlayan bu olumlu dönem, 2025 yılına dek ciddi bir kriz yaşanmadan sürdü.
Ancak Mayıs 2025’te Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Viyana ziyareti, beş yıl süren istikrarı gölgeleyen ilk gerilim oldu. Erbaş, Avusturya İslam Cemaati [IGGÖ] Başkanı Ümit Vural ile eğitim, kültür ve aşırılıkla mücadeleyi kapsayan bir iş birliği protokolü imzaladı. Bu protokol, kamuoyunda beklenmedik bir tepkiye neden oldu. Avusturya Uyum Bakanı Claudia Plakolm [ÖVP], protokolü ve Erbaş’ı sert sözlerle hedef aldı; Erbaş’ı “antisemit, kadın düşmanı ve İslam egemenliği savunucusu” olarak niteledi ve neredeyse persona non grata ilan etti. Plakolm ayrıca Türkiye’yi, yurtdışındaki vatandaşlarını Avusturya toplumuna entegre etmeye teşvik etmeye çağırdı.
Bu sert çıkışa karşın Ankara yönetiminin geçmiş krizlerle kıyaslandığında daha soğukkanlı ve sağduyulu bir tutum sergilemesi, ilişkilerin kopma noktasına gelmesini önledi.
Bu noktada sağduyulu davranan yalnızca Ankara değildi. Aynı dönemde, Viyana eyalet seçim kampanyası çerçevesinde Türkiye’den üç AK Partili belediye başkanının davet edilmesi, Avusturya iç siyasetine müdahale olarak yorumlanabilecekken, Viyana hükümeti bu durumu büyütmemeyi tercih etti. Bu yaklaşım, karşılıklı çıkar ilişkilerinin hâlâ belirleyici olduğunu gösteriyor.
Ancak burada asıl yanıtlanması gereken soru, dönemin Büyükelçisi Tezcan’ın 2010’daki uyarısındaki haklılık payının zaman içinde değişip değişmediğidir. Kanımca değişmedi. Fakat değişen, getto yaşamı isteyen tarafların kimliğidir.
Avusturya’da, FPÖ dahil olmak üzere hemen hemen her siyasi parti, Türkiye kökenli seçmenlere hitap edebilmek için çaba sarf etmekte. Bu çaba, zaman zaman diaspora perspektifini siyasi kazanca dönüştürmek isteyen gruplarla iç içe geçiyor. Özellikle Uluslararası Demokratlar Birliği Avusturya [UID], gettolaşmış alanlardan sağlanan oyları bir tür güç ve meşruiyet kaynağına dönüştürerek, Ankara’dan aldığı destekle hem yerel hem ulusal siyasette görünürlük kazanmaya çalışıyor.
Nitekim UID, 2020 ve 2025 Viyana eyalet seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti Viyana Örgütü’nü [SPÖ Wien] ve bu partinin adayı Aslıhan Bozatemur’u açıkça desteklemiş, seçim kampanyalarında aktif rol oynamıştır. Burada sorulması gereken kritik sorular var: UID’nin bu kampanyalardaki harcamaları hangi kaynakla karşılandı? Bu destek karşılıklı bir çıkar ilişkisine mi dayanıyor? Ve daha önemlisi, UID Avusturya, seçimlerde kendisine yakın isimler aracılığıyla bir siyasi lobi mi inşa ediyor?
Son olarak, sık sık tekrar ettiğimiz ve rahatsızlık verdiğinin farkında olduğumuz soruyu bir kez daha sormakta fayda var: Bütün bu siyasi manevraların, Avusturya’da yaşayan yaklaşık 320 bin Türkiye kökenli göçmene ne gibi bir katkısı var?