“Ya Sev Ya Terk Et”ten Öcalan’a Teşekkür-e | Felsefi ve Politik Dönüşümün Anatomisi

Adem Hüyük, Avusturya'nın Viyana kentinde yaşayan Türk gazetecidir. Gazetecilik kariyerinde, Avusturya'daki Türk toplumu, göçmen politikaları ve Avrupa'daki Türk diasporası üzerine analizler kaleme almıştır. ****Deutsch: Adem Hüyük ist ein türkischer Journalist, der in Wien, Österreich lebt. In seiner journalistischen Laufbahn hat er Analysen über die türkische Gemeinschaft in Österreich, Migrationspolitik und die türkische Diaspora in Europa verfasst.

Devlet Bahçeli’nin, milliyetçi-muhafazakâr çizgiyi temsil eden MHP’nin lideri olarak, yıllarca “bölücü başı” dediği Abdullah Öcalan’a teşekkür etmesi yalnızca siyasi bir manevra değil; aynı zamanda felsefi düzlemde “ilkenin amaca feda edilmesi” bağlamında okunabilecek çarpıcı bir kırılmadır. Bu değişim, Türkiye’nin politik dinamiklerinde önemli bir dönüşümün, belki de ideolojik bir yüzleşmenin göstergesidir.

Niccolò Machiavelli’ye göre, iktidarın korunması ve devletin bekası uğruna ahlaki tutarlılığın önemi yoktur. Bahçeli’nin tutumu bu çizgide değerlendirildiğinde, “barış ve düzenin sağlanması” gibi yüksek bir amaç uğruna, yıllarca şeytanlaştırılan bir figüre teşekkür etmeyi göze alan bir siyasi pragmatizm örneğidir. Burada ilke değil, sonuç önemlidir.

Bu teşekkür, yıllarca karşıt kutuplarda konumlanan figürlerin bir tarihsel sentez anına yaklaşması olarak da okunabilir. Hegel’in çelişkilerle ilerleyen tarih anlayışı bağlamında, Türk milliyetçiliği ile Kürt ulusal mücadelesi arasındaki çatışmanın, geçici de olsa bir “sentez”e ulaştığı söylenebilir. Bu sentez, çözümün kendisi olmasa bile, bir çözüm zemini yaratmaktadır.

Bahçeli’nin Öcalan’a teşekkür etmesi, kutsal ve sabit sanılan ideolojik değerlerin zamanla esneyebileceğini, hatta tersine dönebileceğini gösteriyor. Bu, Nietzsche’nin “ahlakın soy kütüğü” analizini çağrıştırır: Dün “mutlak kötü” olarak kodlanan biri, bugün “barışın öncüsü” konumuna yerleştirilebiliyor. Değerlerin tarihsel ve politik bağlamlara göre yeniden inşa edildiği bir gerçekliktir bu.

Bahçeli’nin tavrı, belki de bilinçli bir yüzleşmeden çok siyasi bir zorunlulukla alınmış bir pozisyon. Ancak yine de Emmanuel Levinas’ın “ötekiyle yüzleşme” fikriyle paralellik taşır. Bir kimliği tümüyle düşman olarak kodlamaktan vazgeçmek, öteki olanı insanlaştırmak ve ona söz hakkı tanımak… Bu, şiddetin yerine siyasetin geçmesi anlamına gelir.

Hannah Arendt’e göre her eylem bir “başlangıç”tır ve politikada gerçek dönüşüm, ancak öngörülemeyen yeni eylemlerle mümkündür. Bahçeli’nin bu açıklaması, MHP geleneği içinde daha önce tahayyül edilemeyecek bir başlangıçtır. Bu da politik eylemin öngörülemezliği ve yaratıcı gücü üzerine düşündürür.

1992 yılının sonlarında tanıştığım meclis dışı Türkiye siyaseti, objektif yaklaşılmadığı sürece insana yalnızca “at gözlüğü” ya da saplantılı bir savunma güdüsü kazandırıyor. 1993’te okuduğum Mehmet Ali Birand’ın APO ve PKK adlı kitabından, Türkiye’de yasaklı olan Öcalan’a ait İmralı Notlarına uzanan süreçte şunu gördüm: Lider kültü, tarihin abartılması, ideolojinin kutsanması ve uğruna ölünen “dava” denilen kutsalın aslında örgütün ta kendisidir. Aynı şekilde devletin kutsanması da çoğu zaman sermaye güçlerinin dokunulmaz kılınmasıdır. “İnandığın devlet” diye tanımlanan o soyut akıl, dün sana lanetlettiğini bugün sevdirebilir; üstelik bunu sorgulama yetini de senden alarak.

Bu anlamda Bahçeli’nin Öcalan’a teşekkür etmesi, siyasetin temelinde yer alan “değer ile çıkar”, “düşman ile müzakere”, “ilke ile fırsat” gibi ikiliklerin dramatik biçimde iç içe geçtiği bir andır. Bu an, Türkiye siyasetinin sadece taktik değil, aynı zamanda etik ve tarihsel kırılmalarla ilerlediğini gösterir.

Bir zamanlar miting meydanlarında sloganlaşan bir cümle vardı: “Ya sev ya terk et!” Milliyetçiliğin duvar yazısıydı bu; rejimin koşulsuz sadakat talebinin özeti. O günlerde Abdullah Öcalan yalnızca “bebek katili” sıfatıyla anılır, onunla anılmak dahi “ihanet” olarak damgalanırdı.

Aradan geçen yıllarda Türkiye siyaseti çok şey gördü, çok şey değişti. Ama Devlet Bahçeli’nin, PKK’nın fesih kararından sonra Öcalan’a teşekkür etmesi, hem hafızaya hem siyaset sosyolojisine sığmayacak kadar büyük bir dönüşümün sembolüdür. Bu yalnızca bir siyasi manevra değil; “devlet aklı”, “güvenlik”, “ittifak” ve “milli birlik” gibi kavramların nasıl yeniden tanımlandığını da gösterir.

Belki de bu teşekkür, bir ideolojik çöküş değil; geç kalmış bir yüzleşmenin ilk cümlesidir. Belki de Bahçeli dahil tüm siyasal aktörler, kırk yılı aşkın süredir sürdürülen savaşın ne devleti ne toplumu bir yere taşıyamadığını, aksine tüm tarafları içten içe tükettiğini artık görmek zorunda kaldılar. Silahla bastırmanın sınırına gelindiğinde, silahı bıraktırmanın yolları da değişir. Teşekkür edilen kişi kim olursa olsun, o teşekkürde bir mecburiyet ve bir gerçeklik itirafı gizlidir: Savaş çözüm olmuyor.

Bugün Bahçeli’nin ağzından çıkan her söz, yalnızca MHP’nin değil, Cumhur İttifakı’nın ortak hafızasına da kazınıyor. Bu nedenle Öcalan’a yöneltilen teşekkür, ne kadar “stratejik” gerekçelerle yapılmış olursa olsun, sıradan bir taktik manevra değildir. Aynı zamanda kırk yıllık güvenlik politikasının sessizce gözden geçirilmesidir.

Devlet, halkını koruma adına başlattığı bir savaşı, halkının geleceğini koruma adına bitirme noktasına geldiğinde, bu iki uç arasındaki geçişin topluma nasıl anlatılacağı büyük bir mesele hâline gelir. Bahçeli’nin “teşekkür dili” tam da bu noktada devreye giriyor: Milliyetçi söylem, ilk kez barışı kendi hanesine yazmaya çalışıyor. Çünkü barış, artık bir zayıflık değil; mecburi bir akıl hâlidir.

Bu açıklamaların zamanlaması da anlamlıdır. Ekonomik kriz, göçmen sorunu, toplumsal gerilim, uluslararası baskılar… Hepsi iktidarı daha yumuşak, daha kapsayıcı bir söyleme zorlamış olabilir. Ama gerekçesi ne olursa olsun, asıl değişen şey şudur: Silahlar konuşurken kimse kazanmadı. Ne Kürt halkı, ne Türk devleti, ne de bu topraklarda yaşayan milyonlarca insan. Şimdi aynı aktörler, kazanamadıkları bir savaşı bitirmeyi bir başarı gibi sunmaya çalışıyor. Bu bir çelişki değil, siyasetin kendisidir.

Barış, bu coğrafyada hep en önce dile getirilen ama en son inanılan kelime olmuştur. Herkes onun adına konuşur; ama kimse onun yükünü omuzlamak istemez. O yüzden barış, yalnızca silahların susması değil; aynı zamanda kelimelerin, kavramların ve ezberlerin değişmesidir.

Bahçeli’nin Öcalan’a ettiği teşekkür, işte bu anlamda bir ezber bozulmasıdır. Belki bir teslimiyet değil, ama kesinlikle bir kabul: Bu ülke daha fazla kanla ayakta kalamaz.

Ama unutulmamalıdır ki barış, sadece liderlerin masasında değil; halkların yüreğinde başlar. Ve orada büyüyebilmesi için samimiyet kadar hafızaya da ihtiyaç vardır.
Bu topraklarda çok şeyi unuttuk, çok şeyi de zorla unutturduk.

Şimdi hatırlamak zamanı: Barışa nerede karşı çıktık, ne zaman fırsat tanımadık, hangi sloganlara hapsolduk?

Belki bu teşekkür, o yüzleşmenin küçük ama tarihsel kıymetteki ilk adımıdır.
Barış, geç kalanların da hakkıdır. Yeter ki bu kez kalıcı olsun.

Virgül ve Barışın Önemi

Diğer yandan, bu barışın Virgül için büyük bir önemi olduğunu belirtmek isterim. Zira Virgül’ün muhalif haberlerinden rahatsız olan çevreler ya da onu rakip gören yayınlar, yayınlanan içeriklere karşı tez üretmek yerine, kolay yoldan “PKK’lı yaftalamasıyla” üstün gelmeye çalıştılar.

Şimdi merak ediyorum: Yetersizliklerini iftira ve karalamayla kapatmaya çalışanlar, bu teşekkür karşısında hangi argümana sığınacaklar?

Yayınlama: 12.05.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.