Türk demokrasisinin seçimlerle tanışmasının tarihi kabaca 115 yıldan ibaret

Türk halkı daha ilk seçimine “beka sorunu” söylemi ile girmiş ve büyük bir ittifakla ülkeye meşrutiyeti getiren hareket; süratle dönüşerek devletçi ve milliyetçi bir kimliğe bürünmüştü.

Türk demokrasisinin seçimlerle tanışmasının tarihi kabaca 115 yıldan ibaret

Türk demokrasisinin seçimlerle tanışmasının tarihi kabaca 115 yıldan ibarettir.

1908 tarihinin referans alınmasının nedeni bu tarihten evvel, I. Meşrutiyet döneminde, yapılan seçimlerin demokrasi çerçevesinde yapılan seçimler kategorisine alınmamasıdır.

Bir asırdan biraz fazla olan seçme ve seçilme kültürümüzde Türk halkı onlarca defa seçim sandığına gitti.

Bu tarihten beri, yani 115 yıldır, bir iki istisnai durumu kenara koyduğumuzda neredeyse her seçim bir beka meselesi olarak görülmüş ve kutuplaşmış bir toplumsal havada gerçekleşmiştir.

Gelin neleri atlatmışız da demokrasi gemisini 2023’e kadar yürütmüşüz yakından bakalım.

Türk halkı sandıkla tanışıyor: 1908 Seçimleri

Meşrutiyet ilan edilmiş, ama halk diken üstünde.

Halıcılar Camii müezzini Kör Ali, Meşrutiyet aleyhine yaptığı vaaz sonrası 6 Ekim 1908 tarihinde önce gözaltına alınmış; fakat sabah serbest bırakılmıştı.

Bunun üzerine Kör Ali tekrar kürsüye çıkmış bu kez çok daha haşin bir vaazla 40-50 kişilik cemaati galeyana getirmeyi başarmıştı.

Ne yaptığını bilmeyen kalabalık biranda soluğu Sultan Abdülhamid’in huzurunda almıştı.

Avludaki kalabalığı sakinleştirmek için balkona çıkan Padişah, sekinet telkin ederek göndermişti.

Kalabalık, padişahın teskinini yanlış yorumlayarak İstanbul sokaklarında padişahın karşı devrim yapacağı şayiasını yaymış ve ortalığı tam anlamıyla velveleye vermişti.

Ne yazık ki peşi sıra birbirini izleyen olaylar zinciri 31 Ekim’de “Taşkışla Hadisesi” ile sonuçlanacaktı.

Rumeli’den gelen Avcı taburları Taşkışla’yı işgal etmiş ve Padişah adına hareket ettiği iddia edilen 3 subay öldürülmüştü.

Askerlerin cansız bedeni Sultan Abdülhamid’in bulunduğu sarayın bahçesine asılması girişimi son anda engellenmişti.

İçeride bu hadiseler yaşanırken bir yandan Bosna’nın işgali ve hükümetin kayıtsızlığı seçim atmosferini geren bir başka unsurdu.

Tüm bu koşullarda iki siyasi parti seçime girecekti: İttihat ve Terakki Fırkası ve ona rakip Osmanlı Ahrar Fırkası.

Ahrar Fırkası muhalif bir parti olsa da Abdülhamitçi bir çizgiye sahip değildi.

Daha çok İttihat ve Terakki Fırkası ile ters düşen Nureddin Feruh Bey, Prens Sabahattin gibi isimlerin liderliğinde hareket ediyordu.

Elbette Prens Sabahattin perde gerisinde duran; ama partiyi kontrol eden kişiydi.

Orduyu, memur taifesini ve hatta halkın büyük bir kısmını arkasına almayı başaran İttihat ve Terakki karşısında fazlaca bir şansları bulunmuyordu.

İttihat ve Terakki’nin gücüne rağmen Ahrar Fırkası; entelektüel anlamda çok üstündü ve basını etkileyebilecek bir söyleme sahipti.

Ayrıca, İttihat ve Terakki Fırkasında şimdiden başlayan iç savaş partiyi kuşatmış durumdaydı.

İttihat ve Terakki Fırkası, Ahrar Fırkası’nı eleştirirken iplerin Rumların elinde olduğunu ve dış güçler tarafından idare edildikleri iddialarını ortaya attı.

Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit bu minvalde birçok yazı neşretti. Bu söylem, Balkan Savaşları yaklaşırken halk üstünde etkili oldu.

İttihat ve Terakki Fırkası devletçi ve milliyetçi söylemlerini artırarak halk üzerinde etkili olmayı başardı.

O zamana kadar “Cemiyet-i mukaddes” olarak bir ittifak bloğu olan İttihat ve Terakki artık devletçi, milliyetçi ve yer yer ümmetçi bir siyasi çizgiye kayacaktı.

1912 yılında yapılacak genel seçimlerde bu tavır partinin resmi programına dönüşecekti.

Özetle, Türk halkı daha ilk seçimine “beka sorunu” söylemi ile girmiş ve büyük bir ittifakla ülkeye meşrutiyeti getiren hareket; süratle dönüşerek devletçi ve milliyetçi bir kimliğe bürünmüştür.

Kutuplaşmanın hâkim olduğu yerel seçim

Cumhuriyet döneminde kayda değer ilk seçim 1930 yılında yapılan yerel seçimdi.

Bu seçimleri iktidardaki CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) kazanır; ama yeni kurulan bir parti olan Serbest Halk Fırkasının kayda değer oy oranı önemliydi.

Bunun temel sebebi seçimlerde uygulanan baskıya rağmen alınan netice gösteriyordu ki adil koşullarda CHF’nin hezimet yaşayabilirdi.

Aslında Serbest Halk Fırkası’ndan önce kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası seçime girebilseydi son derece sıra dışı olaylar meydana gelebilirdi.

Bizzat Atatürk, çoğu eski silah arkadaşı olan parti kurucularının gizli eller/dış güçler tarafından idare edildiğini ve dinci bir yapılanma olduğunu iddia edecekti:

Malum olduğu veçhile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir fırka teşkil ettiler. Bu fırkanın gizli eller tarafından çizilen programını da ortaya attılar. Cumhuriyet kelimesini telaffuzdan dahi içtinap edenlerin cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin teşkil ettikleri fırkaya ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver Cumhuriyet’ unvanını vermeleri nasıl ciddi ve ne dereceye kadar samimi telakki olunabilir? Rauf Bey ve arkadaşlarının teşkil ettikleri fırka muhafazakâr unvanı altında meydana çıksaydı belki manası olurdu. Fakat bizden daha ziyade cumhuriyetçi ve bizden daha ziyade terakkiperver olduklarını iddiaya kalkışmaları bittabi doğru değildi. ‘Fırka efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkardır’ düsturunu bayrak olarak eline alan zevattan hüsnü niyet intizar olunabilir miydi?..

Mustafa Kemal, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapanma sürecinde üstlendiği sert rol uluslararası politikada itibar kaybetmesine ve bazı basın yayın organlarında diktatör olarak lanse edilmesine sebep olmuştu.

Bunun yanında Mustafa Kemal Paşa’nın CHP üzerindeki hakimiyeti azalmış ve kendi ismini kullanarak birçok kimse Paşa’nın onaylamayacağı işlere bulaşmıştı.

Mustafa Kemal durumu dengelemek adına CHP’nin karşısında yeni bir fırkanın kurulması gerektiğini düşündü, bunun için Paris elçisi olarak görev yapan Fethi Bey’e yeni bir partinin kurulması için teklifte bulundu.

O süreçte başbakan olarak görev yapan İsmet İnönü, Mustafa Kemal’in bu teşebbüsünü şöyle yorumlamıştı:

Yine nüfuz suiistimali, memleketin, idarenin şikayetleri … Atatürk’e yakınlık iddia eden birçok insan(ın) hallerinden, hareketlerinden şikâyet yapılması almış, yürümüştü. Atatürk‟ün bulduğu tedbir yeni bir fırka teşkil etmek olmuştur.

Fethi Okyar, henüz hatırası canlı olan Terakiperver Cumhuriyet Fırkası tecrübesinin bir benzeri kendi başına da gelmemesi için Mustafa Kemal ile mektuplaşmalarını yayınlayarak yeni bir siyasi parti kuracağını kamuoyuna ilan etti.

Partinin Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi ve kontrolü altında olduğunu ilan eden en önemli gelişmelerden biri de Mustafa Kemal Paşa’nın kız kardeşi Makbule Hanım’ın partinin kurucu üyeleri arasında yer almasıdır.

Gerekli koşullar sağlandıktan sonra Fethi Okyar, 12 Ağustos 1930 yılında partiyi kurduğunu ilan etti.

Yeni parti macerası planladığı gibi gitmedi. Fethi Bey’in Ege turu toplumun CHP’ye karşı olan öfkesini ortaya çıkardı.

Özellikle İzmir’de yaşanan hadiselerde Mustafa Kemal tarafsız bir konuma geçerken CHP içinden Serbest Cumhuriyet Fırkası’na sert tepkiler geldi.

Partinin Şeriatçıları cesaretlendirdiği söylenirken Partinin kapatılması için harekete geçilmesi çağrıları yapıldı.

Fethi Okyar’ın partisini kapatma kararı 15 Kasım 1930 yılındaki meclis oturumunda gerçekleşmişti.

Polis güçlerinin yerel seçimlerde CHP’ye oy verilmesi için vatandaşa karşı cebir uygulamasını gündeme getiren Fethi Bey İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın istifa etmesi talebiyle gensoru vermişti.

Mecliste bir başına kalan Fethi Bey’i kendi vekilleri dahi muhafaza etmeye cesaret edememişti.

CHP’li vekiller ise Fethi Bey’i cumhuriyet düşmanı olmak, Atatürk’e hakaret etmek ve zararlı unsurlarla iş birliği içinde olmakla suçlamışlardı.

Fethi Bey, kendisi yapmazsa partisinin hukuki yollardan kapatılacağını anlayarAK Partinin feshedileceğini duyurmuştu.

Bu da çok partili hayatın bir kez daha başarısız olmasına sebep olurken Türk siyasi hayatı için önemli bir yerde duran bir partinin daha kapanmasıyla sonuçlanmıştı.

Türk toplumu henüz demokrasiye hazır olmadığı inancı ve düşüncesi öne çıkmıştı.

14 Mayıs 1950 Seçimleri: Yeter söz milletindir!

II. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni yeniden şekillenirken Batı blokuna yakın bir çizgide duran Türkiye’nin tek parti rejimi ile yönetilmesi uluslararası kamuoyunda elini zayıflatıyordu.

İsmet İnönü, 19 Mayıs 1945 yılında yaptığı bir konuşmada çok partili hayata geçilebileceğinin mesajını vermesi Demokrat Parti’nin önünü açan gelişme olmuştu.

Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Grubu Başkanlığı’na bir önerge sundu.

Bu önerge daha sonra Dörtlü Takrir olarak anılacaktı. Dörtlü Takrir’de mebuslar ülkenin demokratikleşmesi açısından bazı talepler dile getirmişlerdi.

CHP vekilleri ve basın, teklife sert tepki göstermişti. Bu isimlerin muhalif duruşu “Çiftçiyi Topraklandırma Yasasında” daha da artmıştı.

Daha sonraları bir kesim bu vekillerin ihraç edilmesini isterken bir kesim de kendi partilerini kurmalarını tavsiye etti.

Demokrat Parti’nin kurucu Genel Başkanı olacak olan Celal Bayar’ın İsmet İnönü ile yıldızı hiç barışmamıştı.

Mustafa Kemal’in vefatında Başbakan olarak görev yapan Bayar, büyük bir incelik göstererek İsmet İnönü’ye Cumhurbaşkanlığı yolunu açmış; ama ikili arasında rekabet hiç bitmemişti.

Bayar ve arkadaşlarının mecliste icra ettikleri muhalefetin sert tepki ile karşılanması üzerine 7 Eylül 1945 yılında Celal Bayar milletvekilliğinden istifa etmiş, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü CHP Disiplin Kurulu kararıyla partiden ihraç edilmişti.

Karardan iki gün sonra Refik Koraltan için de ihraç kararı çıkartılmıştır.

Bu süreçten sonra hızla partileşme sürecine giren muhalifler Celal Bayar’ın evinde yaptığı toplantılar sonrası Demokrat Parti’yi kurma kararı almıştı.

İhraçlardan yaklaşık bir yıl sonra 7 Ocak 1946 yılında Demokrat Parti resmen kuruldu.

CHP, henüz teşkilatlanmasını tamamlayamayan Demokrat Parti’nin güçlenmesini beklemeden Belediye seçimlerini erkene aldı.

Demokrat Parti bu durumda Belediye seçimlerine katılamayacaklarını ilan ederek boykot kararı aldı.

Bunun üzerine CHP mecliste bir hamle daha yaparak genel seçimleri de erkene alma kararı aldı.

Demokrat Parti, bu durum karşısında tepki göstermesine rağmen seçime girme kararı aldı.

Adnan Menderes ortaya çıkan tabloyu şu şekilde eleştirmişti:

Bu memlekete hürriyet gelsin diye çırpındık. Dinlemediler. Bizi sorguya çektiler. Yedi saat küfrettiler. Bize kızmalarının yegâne sebebi, istedikleri yolda yürümeyişimizdi. Şark vilayetlerinde ve hudut vilayetlerimizde teşkilat yapmamamızı, köylere asla uzanmamızı istemediler. Halk Partisi’ne karşı hiç olmazsa 40-50 sene iktidara gelme iddiasında bulunmamamızı istediler. Görülüyor ki arkadaşlar, bizden beklenilen demokratik manzarayı tamamlayan bir süs olarak kalmak.

Dörtlü Takrir olarak bilinen süreçte başını Celal Bayar’ın çektiği dört milletvekilinin parti ile yolları ters düşmüştü.

Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan partiden ihraç edilmiş, Bayar ise istifasını vermişti.

Bu isimler şartların olgunlaşması üzerine harekete geçerek Demokrat Parti’yi kurdu.

Fuat Köprülü muhalif tavırlarından dolayı partiden kopuş sürecine gelmelerini Vatan Gazetesi’nde yazacaktı.

Bu yazılar aynı zamanda Falih Rıfkı Atay’ın sert yazılarına cevap mahiyetindeydi;

1-Yirmi seneden beri CHP’ye muhalefet eden ve hatta bugün de buna devam eyleyen muhalifler kimlerdir?

2- Parti kalesini içinden fethetmek ve şahıslar etrafında parçalamak isteyen şark usulü muhteris politikacılar kimlerdir?

3- Köylüyü topraksız ve mektepsiz bırakmak isteyen ortaçağ döküntüsü mütegallibeler kimlerdir?

4- Demokrasiyi bir şantaj vasıtası gibi kullanan demagoglar, yani halk avcıları kimlerdir?

5- Kendilerine dalkavuk dedirtmemek için Meclis koridorlarında ve merdiven altlarında hükümete ve rejime sinsi hücumlarda bulunanlar kimlerdir? Bunu yapamayacak olursa, korkak bir iftiracı mevkiine düşecektir.

Sandığa gidilirken ülke iki kutba bölünmüştü. İktidardaki CHP; Demokrat Partilileri dış güçlerin taşeronu gibi sert söylemlerle tahkir ederken Demokrat Parti “Yeter Söz Milletindir” diyerek adeta sandıkları patlatacaktı.

2002’deki AK Parti tam manasıyla Demokrat Parti idi

28 Şubat süreci sonrası kapatılan Refah Partisi yerine 17 Aralık 1997 yılında Fazilet Partisi kuruldu.

Necmettin Erbakan siyasi yasaklı olması sebebiyle partinin başına geçememişti; fakat parti üzerindeki ağırlığını koruyordu.

2000 yılına gelindiğinde ise parti içerisinde yenilik talep eden gençler parti programı ve milletvekili listelerinin tepeden inme kararlarla alınmasına muhalefet etmeye başlamıştı.

Bu muhalefet mayıs ayında yapılacak kongrede iyiden iyiye sertleşmişti.

Artık mayıs ayında yapılacak kongrede Recai Kutan’ın karşısında Yenilikçiler grubu arasından bir adayın çıkması kaçınılmaz görünüyordu.

Recep Tayyip Erdoğan’ın yasaklı olması sebebiyle Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın isimleri ön plana çıkıyordu.

İki aday ile Recai Kutan karşısına çıkacak muhalefetin hiç şansı yoktu; muhalifler bunun üzerine Gül ve Arınç’tan aralarında anlaşarak birinin diğerinin lehine çekilmesini talep etti.

Bülent Arınç adaylık fikrinden vazgeçerek Abdullah Gül’e tam destek verme kararı aldı.

Kongrenin öncesinde ve sonrasında yaşananlar Fazilet Partisi’nin psikolojik olarak bölünme sürecine girdiğinin tezahürü gibiydi.

Dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’nin Yenilikçiler lehine yaptığı konuşma Recai Kutan taraftarı olan Gelenekçilerin büyük tepkisine neden oldu.

Muhalif aday Abdullah Gül yuhalamalar arasında salona girdi ve en önemlisi yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın kongreye gönderdiği değişim vurgulu mesajının ancak kısa bir bölümünün okunması gerginliği artıran faktörlerdendi.

Necmettin Erbakan’ın desteğini arkasına alan Recai Kutan kongreyi kazanmıştı; ama Yenilikçiler 500’ün üzerinde oy almıştı.

Abdullah Gül seçimi kıl payı kaybetmişti ve kongrenin hemen ardından yaptığı açıklama sitem doluydu.

Kendisini genç ve tecrübesiz olmakla suçlayanlara Gül, şu cevabı veriyordu:

Neremiz genç. İlle de 70 yaşına geldikten, heyecanımız pörsüdükten sonra mı genel başkan olalım.

Fazilet Partisi 22 Haziran 2001 yılında kapatıldı; fakat partideki birçok isim, özellikle Yenilikçiler olarak gösterilen kanat Saadet Partisi’nin kuruluşunda yer almak yerine kendi yollarını çizmeye karar vermişti.

Bu yeni yolun adı AK Parti olacaktı. Fazilet Partisi’nin kapatılmasından yalnızca iki ay sonra kurulan AK Parti’nin içinde Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener ve Recep Tayyip Erdoğan (Siyasi yasağı devam ediyordu) gibi Yenilikçiler kanadının önemli isimleri bulunuyordu.

Bu isimlerin dışında Ülkücü kanattan Kürşat Tüzmen, Doğru Yol’dan Hüseyin Çelik, Kürt siyasi çizgisinden Dengir Mir Mehmet Fırat gibi isimlerin yanı sıra Ali Babacan gibi genç isimler dikkat çekiyordu.

Yenilikçiler için AK Parti’nin kuruluşundaki en sancılı süreçlerden birisi de neredeyse dizinin dibinde büyüdükleri Hocaları Necmettin Erbakan’dan kopuştu.

Dönemin yakın tanıklarından AK Parti eski Milletvekili Eyyüp Sannay 2006 yılında Haber 7’ye verdiği röportajda kopuş sürecini şöyle anlatacaktı:

Hoca bizi çağırdı. Bütün vekillerle tek tek, Abdullah Bey, Bülent Bey dahil görüşüyor. (Ne istiyor?) Bazı arkadaşlarımıza Saadet Partisi’nin kâğıtlarını getirip imzalayın diyormuş, sonradan duyuyoruz.

Saadet Partisi’nin kuruluş süreci başlamış, kimler kurucu olsun, kimler üye onlar tespit ediliyor. O zaman. Hoca’nın yanına girdim. Siz bir şey konuşmayın, dedi. Anladım ki, Şevket Bey anlatmış her şeyi. Sadece kendi meramını anlattı Erbakan. Ben diğer arkadaşlarla konuştuğum gibi sizinle konuşmayacağım, dedi.

Biraz nasihat vari, biraz tehditvari, biraz da hatırlatır vaziyette sözler söyledi. Duygulu, stresli ve gergin bir ortamda konuştuk. Bütün arkadaşlara şunu da bir imza et dediği halde. Benim önüme kâğıt gelmedi. Sonradan öğrendim, çok üzülmüş. AK Parti kurucu üyesi olduğumu duymuş… Ben Erbakan’ı hiç yanıltmadım, neyse onu anlattım. Hoca benim fotoğrafı net çektiğimi biliyordu.

Röportajın devamında ise Eyyüp Eyyam’a göre Necmettin Erbakan’ın etrafındaki kadro Hoca’yı aldatmıştı ve kopuş bu sebeple gerçekleşmişti.

Recep Tayyip Erdoğan, her yeni hareketin başına geldiği gibi, “hainler, dış güçlerin taşeronları” ithamlarını güçlü bir kadro hareketi ile susturduktan sonra yerleşik tüm statükoyu adeta ezdi geçti.

Türk demokrasisine geçecek “Her şey Türkiye için” sloganı ile AK Parti, 4 Kasım 2002 seçimleri her yönüyle 14 Mayıs 1950 seçimlerine benziyordu.

Oysa şu anda 14 Mayıs benzeri bir havanın esamisi okunmuyor. AK Parti’nin kurucularının tamamına yakını ya Partiden kopup yeni partilere katıldı yahut küsüp köşesine çek(tir)ilmiş vaziyette.

Bu seçim stratejisinin helalleşme, kucaklaşma ve daha ılımlı bir diskura dönüşmemesi halinde muhalefetin işi kampanya sürecinde daha kolay olacak gibi duruyor.

Elbette Recep Tayyip Erdoğan öngörülemez bir aktör, şu ana kadar sosyal bilimlerde boşa çıkartmadığı beşeri kanun kalmadı; o yüzden beylik laflar etmemek gerekir.

Velhasılıkelam, bazı mühim noktalara değinememiş olsak da neredeyse her seçimin son seçim olduğunu görüyoruz(!)

İktidarı elinde tutan hareketin devrimci ruhunu zamanla kaybedip milliyetçi ve devletçi bir çizgiye kayması kaçınılmaz iken bilhassa yeni partilerin kaderi “dış güçlerin maşası” olmak ithamı olmaktadır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, AK Parti ve nicesi kuruluş aşamasında ve girdikleri seçimlerde en çok bu söylemle cebelleşti. | The Independentturkish | Mehmed Mazlum Çelik

 

Yayınlama: 23.01.2023
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.